MEF Lisesi “Girişimcilik ve Liderlik Konferansı” Notlarım…

Eğitiminizi tamamladıktan sonra kendi işinizi yapmak ya da girişimci olmak mı istiyorsunuz?

Ya da babanızın – annenizin işini mi devam ettirmeyi düşünüyorsunuz?

Profesyonel olarak bir şirket bünyesinde çalışmak da sizler için bir tercih olabilir.

Girişimci olmak isteyenlere Allah kolaylık versin. Uykusuz geceler, çok çalışma, başarılara, başarısızlıklara ve düzensiz yaşama hazır olun derim.

Ebeveynlerinin işlerini devam ettireceklerin de işi kolay değil. Yıllarca oluşturulmuş değerleri korumak, büyütmek de kolay değil.

Profesyonel çalışanlar geceleri daha rahat uyuyacaklar ancak onları da kariyer basamaklarını tırmanmadaki rekabet, mücadele yoracak.

Ben kendi adıma girişimciliği seçtim. Girişimciliği seçmemin nedeni, bir yere bağlı, kuralları baştan ve başkaları tarafından konmuş bir hayatı değil, özgürlüğü seçmek isteyişimdi. Ancak görüyorum ki 32 yıldır özgürlük derken, başarılı olma dürtüsünün esiri olmuşum. Bu da yaşamı stresli hale getiriyor.

Ders çalışmayı çoğu öğrenci gibi ben de sevmezdim. Ancak oyunun kuralı bu. Çalışmak zorundayız.

Üniversiteye girdiniz mezun oldunuz. İşe ilk girerken diplomanız önemli. Ancak çalışma hayatınızın 10. yılında artık herkes sizin nereden mezun olduğunuza değil, yaptıklarınıza bakar.

Öğrencilik sadece notlardan ibaret değil. Bence başarılı olmak hem derslerde belli bir seviyeyi yakalamak, aynı zamanda da sosyal etkinlik, ilişkiler, çevre, farklı projelerde yer alma gibi konularda da var olmak anlamına gelir.

“Başkasının yanında çalışmaktan, her gün işe gitmekten sıkıldım, kendi işimin sahibi olmak istiyorum” demekle girişimci olunmaz. Hayata karşı rehaveti girişimcilikle karıştırmamak gerekir.

– Anlayacağınız çalışma yaşamı kolay değil. Aslında yaşamın kendisi bir mücadele.

– İş yaşamını nasıl daha kolay hale getirebiliriz? Sevdiğimiz işi yaparak veya sevdiğimizi iş yaparak. İş veya özel hayat diye bir ayrım yok. En iyisi, hobiniz işiniz olsun.

– Lise sıralarında net bir hedef koymak oldukça güç. Aslında yaşam da, bu yaşlarda öyle net, keskin hedefler konularak istendiği gibi gelişmiyor.

Çevrenizde büyükleriniz size devamlı “ne olmak istiyorsun” diye soruyor değil mi? Aslında bizler kendi egolarımızı tatmin etmek için bu soruyu soruyoruz ve seçeceğiniz konuyu kendi gururlarımızı tatmin edecek bir şey olmasını bekliyoruz. Mesela ben “Sokak çalgıcısı olmak istiyorum” diyen çocuğuna “aferin, seninle gurur duyuyorum” diyen bir anne hiç görmedim. Hem zaten sen bana bu kadar yakınsan, bu da benim ne yapacağımı bilmediğimi göstermez mi, bilseydim zaten sen sormadan söylerdim.

Orta direğin biraz üstü sayılabilecek bir ailenin en küçüğü olarak dünyaya geldim. Kabataş Erkek Lisesi’ni bitirdim. Bitirdim derken, son sınıfta iki dersten ikmale kaldım ve üniversite sınavlarına da o derslerden geçemeyeceğimi düşünerek hiç hazırlanmadım. Dikkati dağınık, aklı bir karış havada bir öğrenciydim. Tesadüf eseri o yıl mezun oldum ve üniversite sınavlarına da girmiştim. O zaman 30 tercih arasından 26. sırada olan Ege Üniversitesi İşletme Fakültesi’ni kazandım. Oysa benim hayalim o değildi. Kısa bir dönem İzmir’e giderim dedim.

Babamı 18 yaşında kaybettim ve hem okuyup, hem de saat 16:00-24:00 arası çalışmaya başladım. Geriye dönüp baktığımda bu yaşadıklarımın hepsinin beni olgunlaştırdığına ve bugünlere taşıdığına inanıyorum. Tabii ki ben de her evlat gibi babamı kaybettiğimde çok üzüldüm. Çünkü o bir babaydı ve gelecek güvencemdi. Ölüm zaten yaşamın en doğal parçalarından biri değil mi? Ama belki de o sayede ben, risk almayı ve kendi ayaklarımın üzerinde durmayı bu kadar erken yaşta öğrendim. Keşke bunları erken idrak edebilmek için babamı kaybetmek zorunda kalmasaydım.

Gördüğünüz gibi yaşamın önünüze çıkardığı bazı senaryolar olabiliyor. Plan yapabilirsiniz, ancak yaşamda her şey planlandığı gibi gitmiyor. Evdeki hesap her zaman çarşıya uymuyor. Önemli olan bu gibi durumlarda ortama uyum sağlayabilmek. Dayanıklı ve güçlü olmak.

Okulumuzdaki kredi sistemi nedeniyle 2.5 yılda kredileri doldurup orta derecede mezun olabilecek duruma geldim. Geri kalan 1.5 senede de bilgisayar programlama lisanlarını öğrendim. Okulu bitirdim. “Bu kadar programlama dili öğrendik, bari programcı olalım” dedim ve İstanbul’da bir şirkette programcı olarak çalışmaya karar verdim. Aradan geçen sekiz ay sonrasında bu işin bana göre olmadığını öğrenip istifa ettim ve girişimci olmaya karar verdim.

Girişimci olmaya karar verdim de cepte üç beş kuruş para var. Tekstil sektöründe fason işleri takiple başlayıp kumaş üretimi, iplik toptancılığı dahil bir sürü iş yaptım. Bu işleri yaparken, bana fason işleri veren sanayicinin fabrikasının deposunda duran atıl haldeki yuvarlak örgü makinalarını gördüm ve “bunlar niye burada duruyor” diye sordum. Ve yeni bir işe girdim. Sekiz yıl tekstil sektöründe ve 24 yıldır da bilişim sektöründeyim. Bunun yanısıra yeni bazı girişimlerim de var.

Peki ben bu iş yaşamında neler görüp, neler hissettim, nelerden ders aldım? Ne gibi işlerden, neden hoşlandım?

En başta öğrendiğim şu : Ben yeni girişimlerden ve değer yaratmaktan zevk alıyorum. Yani oturmuş, işleyen bir şirket bana göre değil. Yeni, sıfırdan bir iş yaratmalı ve o şirketten de bir değer ortaya çıkarmalıyım. Yani ben spesifik olarak bir işi değil, onu yaratmayı ve sonuçlarını görmeyi seviyorum.

Bu nedenle de olgunlaşmış şirketlerimi zamanı gelince satıyorum.

Şirketlerimle asla duygusal bir bağ kurmuyorum. Benim için önemli olan bir işi başlatma ve değer yaratma. Onu satmazsam değer yarattığını nasıl anlayacağım? Tabii bu benim tarzım. Kimisi de şirketini bebeği gibi görüp nesiller boyu devam ettirmek isteyebilir.

Girişimci olmanın en birinci şartı risk alabiliyorum. Yani çok garantici değilim. Bu biraz karakter, biraz da kendine güvenin getirdiği bir özellik.

Geçenlerde Özyeğin Üniversitesi’nde Hüsnü Özyeğin ve Ali Sabancı’nın da yer aldığı “başarısızlık zirvesi”ne katıldım. Orada “her canlı ölümü tadacaktır” benzetmesi gibi “her girişimci başarısızlığı tadacaktır” dedim. Bu gerçekten böyle. Dışarıda bir sürü girişimci ve girişim var. Ancak bunlardan başarısız olanlarını pek duymuyoruz. Çünkü kimse “ben şu işi yaptım, şöyle başarısız oldum” demek istemez. Basın da başarısızlık hikayelerini değil, başarı hikayelerini tercih eder doğal olarak.

1988 yılında bilişim sektörüne girdiğimde yurt dışı temaslar başladığından İngilizce’de sıkıntı çektim. Çünkü 1970’lerde devlet okullarında öğrenilen İngilizce ile yol bile tarif edemezdiniz. Üniversitede ise sınava girip İngilizce’den muaf oldum. Daha sonrasında da bir 10 yıl kadar kullanmayınca 30 yaşından sonra İngilizce öğrenmeye yeniden başladım. Şimdi sizler şanslısınız, ancak İngilizce’ye önem verin. Tabii bu ülkede çalışacaksanız Türkçe’niz de iyi olmalı. Etkili yazışmanın en baş şartı o dili iyi bilmektir, daha sonra da konuyu… İşe ilk başladığım yıllarda, bir toplantıda, toplantı yapacağımız kişiler yurtdışından yabancılarla toplantıya katılınca ve doğal olarak toplantı dili İngilizce olunca çat-pat İngilizce’mle çok mahçup olduğumu hatırlıyorum. Tarzanca İngilizce’mle işi zar zor idare ettim.

Sizler kiminiz kendi işini yapacak, kiminiz profesyonel olarak çalışacak. Ancak daha çok gençsiniz. Sizin kazanacağınız paraları daha matbaalar basmadı. Ama öyle pırıl pırıl gençler görüyorum ki sizin çalıştığınızda matbaalar para basmaya yetişemeyecek.

Okulunuzun son yıllarını yaşıyorsunuz. Son yıllar sizin yaşamınızdaki dönemeci belirleyecek seneler. Bu senelerde daha sıkı çalışmalısınız. Çünkü gireceğiniz üniversite, şu son yıllardaki başarınıza bağlı. Önünüzde üç önemli dönemeç ve kilometretaşı sayılabilecek seçim var. Üniversite, iş, eş… Bunların seçiminde çok dikkatli olmalısınız.

Son 15 yıldır büyük hedeflerimi gerçekleştirmek için ne yapıyorum biliyor musunuz? O hedef veya hedeflerimi telefonumun takvim kısmının sabah erken saatlerine yazıyorum. Her gün o yazdığımı görüyorum ve o hedefi içselleştiriyorum. Yani beynime kazıyorum. Beynim o işi yapmam için bana olmadık fırsatlar yaratıyor.

Girişimciyseniz sizi motive eden birilerini bulmak zordur. Girişimci kendi kendini motive etmek zorundadır. Bunun için de büyük hedeflerimi gerçekleştirmek için onu küçük parçalara ayırır, her adımı geçtiğimde motive olur, hedefime daha şevkle sarılırım. Fili parçalara ayırıp yemek gibi.

Başarıda sebat çok önemlidir. Sebat etmek, yani işi sabırla sonuna kadar sürdürme kararlılığı… Sebat etmeden büyük işleri başarmak neredeyse imkansızdır. Ancak yaptığınız yanlış ise yanlışta ısrar da yanlış. Zararın neresinden dönerseniz kardır. Bunu sosyal yaşama da uyarlayabiliriz. Örneğin kız veya erkek arkadaşınızla olmadığı halde devam etmek de bir hata ve başka fırsatlar da kaçıyor demektir. Eğer başarı yolunda ilerliyorsanız da sıkılıp ipin ucunu bırakmayın, ipin ucunu bırakırsanız da çorap söküğü gibi gider, toparlayamazsınız.

Girişimcilik, her şeyin mucizevi bir şekilde başarıya ulaştığı öyküler değildir. Ancak onları okurken böyle bir duyguya kapılırız. Benim de kendi payıma bir sürü başarısızlıklarım oldu.

Ve son olarak altın kural : Hayat; ödülü hak edene verir, hak etmeyenden alır. Siz hak eden tarafta olun…

Sevgilerimle,

2023’te Bor İhracı 10 Milyar Dolar Olur mu?

Hatırlarsanız Türkiye’de yıllarca bir Bor efsanesi dillerde dolaşır durur. 2011 yılında 855 Milyon Dolar seviyesinde gerçekleşen bor ihracatımızın 2012 yılında 1 Milyar Doları aşması bekleniyor. Hammadde olarak herhangi bir ithal girdi kullanılmayan ve üretiminin tamamına yakınını ihraç eden bir sektör olarak bor, cari açığımızın düşürülmesinde en önemli silahlarımızdan biri haline gelebilir. Enerji Bakanı’mızın bir toplantıda belirttiği üzere kar marjının da % 60 seviyelerinde bulunduğunu göz önüne alırsak, bor madeni cari açıkla mücadelede gelecekte bize çok yardımcı olacak gibi.

Dünyadaki bor rezervinin % 70’i Türkiye’de bulunuyor ve bu maden ağırlıklı olarak Kütahya’nın Emet ve Hisarcık ilçelerinde çıkartılıyor. Emet Bor İşletmesi’nin ürettiği bor ve borik asit; cam, seramik, tarım, izolasyon, demir-çelik ve ilaç başta olmak üzere 280 sektörde kullanılıyor. Dünyadaki bor tüketimi 2011 yılında % 32 artış gösterirken, Türkiye’nin bor ihracatı da % 21 artışla 2 Milyon tona ulaştı. Kuzey Amerika ve Asya’da bor tüketimi artarken, Avrupa’da krizin de etkisiyle azalma meydana geldi.

Bor, tarih boyunca önemli bir maden olmuş. Babilliler, bor’u altın üretmek için kullanmışlar. Eski Yunan ve Roma’da ise bor ilaç yapımında kullanılmış.

Bor’un önemi her geçen zamanda daha da anlaşılmakta. Kullanım alanlarının artması ile bor tüketiminde de artış beklenmekte. 2023 yılında bor ihracatımızda 10 Milyar ABD Doları’na çıkabiliriz. Yüksek kar marjı ve ithal girdinin olmaması nedeniyle neredeyse % 100 net ihraç eden konumda olduğumuz bu alanda, umarım sadece hammadde ihracatı ile değil, teknolojik yatırımları da gerçekleştirerek, daha yüksek katma değerle dünyaya daha fazla satışını da sağlayabiliriz.

Trajikomik Bir Yalı Satın Alma Hikayesi

Geçtiğimiz haftalarda hatırı sayılır haftalık ekonomi dergilerinden biriyle bir röportajım oldu. Röportajda holding şirketlerimizden biri olan ve 2011 yılında faaliyete geçen Turkey Sotheby’s International Realty’nin portföyünden konu açıldı ve portföydeki en gözde gayrimenkullerden birinin Zeki Paşa Yalısı olduğunu belirttim. Halen sahiplerinin içinde yaşadığı yalının 115 Milyon Dolar’a alıcı beklediğinden söz ettim…

Gazetecinin ses kayıt cihazı var ve bizim de Holding olarak arşiv amaçlı ses kaydımız bulunuyor her röportajda. Bu röportaj esnasında da teknolojinin nimetlerinden faydalanıp cep telefonumuzun kayıt tuşuna basmıştık.

Röportaj, deneyimli bir gazeteci tarafından yapıldı ve derginin 22 Nisan 2012 tarihli sayısında yayınlandı. Gelin görün ki, hiç söylemediğim cümlelerle ve hiç sahibi olmadığım gayrimenkullerle… Trajikomik bir hikaye olarak başlayan bu süreç, sosyal medyanın hızlı ve kontrol edilemez erişimiyle yayıldı, duyuldu, okundu, yorumlandı. Linkten konuyla ilgili atılan bazı tweetleri görebilirsiniz.

Dergide yer alan habere göre Zeki Paşa Yalısı’nı 20 milyon dolara satın almıştım ve 115 milyon dolara satmak istiyordum! Anlayacağınız, gayrimenkul şirketimin portföyünde yer alan bu yalıya alıcı ararken, bir anda alıcısı ve kısa zamanda 6 katına satıcısı oluvermiştim. Bu arada portföyümüzdeki bu yalı, fotoğrafta köprü bacakları göründüğü için, bazı yerlerde Ortaköy’de olduğu yazıyordu, bazılarına göre ise Bebek’te…

Derginin genel yayın yönetmeni ile görüştük, hemen düzeltme yapılacağı sözünü verdi. Dergiden alıntı yapan bir-iki yerle görüştük, onlar da düzeltti. Aradıklarımızdan enteresan yorumlar aldığımız da oldu: “Kötü bir haber değil ki bu, 20’ye alıp 115’e satacağınız yazıyor. Olumlu bir haber…”

Sosyal medyada haberler o kadar hızlı yayılıyor ki; telefonla, e-mail ile uyararak haberin yayılmasını durdurmanız mümkün değil. Herkes çok kısa sürede birbirinden alıntı yapıyor. Baktık tek tek her biriyle yazışmakla, doğrusunu yazılı – sözlü geçmekle olması mümkün değil, blogumda ayrıca bu konuya yer vermek istedim.

Röportaj yapan arkadaşların biraz daha dikkatli olmasında yarar var…

2012’ye Az Bir Zaman Kala

2011 yılının son ayına girerken, geçtiğimiz yılın önemli gelişmelerini gözden geçirdiğimde dijital dünyanın dünya gündeminde ne kadar çok yer aldığını ve artık başlı başına bir oyuncu konumuna yükseldiğini gözlemledim. 2011 yılına şöyle bir bakacak olursak siyaset, bilişim ve ekonomi alanında yaşadıklarımız, gelecek yılı da şimdiden etkileyecek gibi görünüyor.

Körfez bölgesinde, Ortadoğu’da isyan ateşi adım adım yayıldı. Mısır’da, Libya’da yaşananların ardından, şimdi gözler Suriye’de. Bölgedeki hareketlilik ve halkın isyan dalgasında sosyal medyanın gücünü görme fırsatı yarattı. Sosyal medya araçları ile yapılan haberleşme ve ayarlamalar, Ortadoğu’daki isyanın da simgesi oldu. Böylece ünlü takibi için kullanılan Twitter, dostlarla sohbet merkezi olan Facebook farklı bir misyon yüklendi. İşte bu misyonla, sosyal medyanın; geleneksel medya araçları olan gazetelerden, dergilerden, TV ve radyodan çok daha güçlü bir etkisi, kapsamı ve takip edilirliği olduğunu da gösterdi. Belki de bu yüzden Çin, bu yapıları sansürlemeyi, Baidu gibi kendi sosyal medya ağlarını kullanma yolunda ilerlemeyi tercih etti.

Doğal afetler 2011 yılına damgasını vurdu. Japonya’daki deprem ve tsunami, Tayland’daki sel sadece bu ülkelerde ekonomik sıkıntılar yaratmakla kalmadı, bilişim dünyasının da tedirgin olmasına yol açtı. Çünkü dünyanın en büyük sabit disk üreticisi olan bu ülkelerde üretim tesisleri de ciddi zarar gördü. Bu nedenle 2012 yılında PC başta olmak üzere birçok teknoloji ürününün üretiminde sıkıntılar olması, arz sıkıntısı yüzünden fiyatlarda bir miktar yükselişin olması bekleniyor. Çünkü şu anda birçok üretici, stoklarında kalanları tüketerek bilgisayar sunuyor. Arzın talebi karşılaması, iyimser üreticilere göre ilk çeyreğin sonuna kadar çözülecek, fakat fiyatların ne zaman normale döneceği belirsiz. Daha temkinli yaklaşırsak, sorunun sektörü 2012 yılının ortalarına kadar etkilemeye devam edeceği öngörülebilir.

2011 yılının sosyal medya kadar öne çıkan bir diğer olay dalgası da hacker’lar oldu. Birilerinin parasını elinden almayı ve kredi kartı yolsuzluklarını bir kenara bırakan hacker’lar, bu yıl Anonymous ve LulzSec yapılarında gruplanarak Sony, Apple, Nintendo gibi dünya devi şirketleri, CIA ve ABD Senatosu gibi yapıları hedef aldı. Bu saldırılar yanıtsız kalmadı ve güvenlik güçleri bu grupların üyelerinin peşine düştü. Dağıldıklarını açıklasalar da, bu gruplar tüm dünyaya bilgiyi korumanın ne kadar önemli olduğunu, dünyanın önde gelen şirketleri ve devlet kurumlarının da bu konuda ne kadar başarısız olduğunu gösterdi. 2012 yılında eylemler devam eder mi bilinmez, ama güvenlik açıklarını kapatmak, yeni güvenlik önlemleri tesis etmek için herkesin çabalayacağı bir gerçek. Benzer bir gücü Wikileaks de gösterdi ve dünya politikasında kritik bilgileri elde edip yaymanın ne kadar kolay olduğunu gösterdi. Bu yapının kurucusu Assange hapse girse bile, o da bilgiye ulaşmanın ne kadar kolay olabildiğini kanıtladı.

2011 yılı mobilitenin yükseliş yılı oldu. Bu yükselişin 2012 yılında hızını kesmeyeceği, tersine, son yılların en büyük trendi olmaya devam edeceği çok net. Artık bireylerin ofis hayatından özel hayatına kadar her alanda cihaz ve mekan bağımsız olma isteği var. Şirket bilgi kaynaklarına, şirkete ait olmayan kişisel tablet bilgisayar veya akıllı telefonla ulaşma özgürlüğü, şirket IT yönetimlerini düşündürüyor. Çünkü konu artık birkaç katman firewall kurmaktan çok daha fazlasını gerektiriyor ve bu cihazların kullanıcılarını yasaklarla engellemeye çalışmak, bu cihazların ofiste, ofis sisteminde kullanımını engellemek, ‘yasaklar aşılmak içindir’ felsefesiyle daha büyük sorunlara yol açabilir. Bu arada tablet üreticileri de artacak. Örneğin Nokia ilk tabletini, Apple da iTV hizmetini 2012’de kullanıcılarına sunmayı hedefliyor.

Bu mobilitenin riskine bakış. Ama mobilitede farklı fırsatlar da var. Örneğin bir cüzdan ve içindeki kredi kartları, nakit paradan daha güvenli bir yapıyı NFC’li tek bir akıllı telefon sunuyor. Çünkü kişinin PIN şifresi var ve içinde kart bilgileri yüklü olan telefon, çalanın bir işine yaramaz. Oysa cüzdan kaybolduğunda kişi bunu fark edip bankalarını iptal başvurusu ile arayana kadar iş işten geçmiş olabilir. Mobil cihazlar artık mobil cüzdan yapısına hazır. Şimdi önemli olan teknolojiye uygun perakende noktalarının sayısını artırıp, kullanımını yaygınlaştırmak. Bunun için de her ölçekte perakende noktasına çözüm sunabilecek yazılım şirketlerinin hamlelerinin 2012 yılında öne çıkması bekleniyor. Türkiye’de de Bankalararası Kart Merkezi (BKM) 2012 yılının ilk aylarında mobil cüzdan uygulaması ile ilgili ilk tanıtımını yapmayı hedefliyor. Hatta bu uygulamanın da Chip&PIN geçişi, banka kartı kullanımını artırma projesi gibi ulusal bir proje olması hedefleniyor.

Kupon siteleri ve sosyal medya siteleri bu popülaritenin etkisiyle daha çok para kazanmak, daha çok sermaye elde etmek için borsanın yolunu tutuyor. Bunun ilk akla gelen örnekleri Groupon ve Linked-In. Şimdi sırada halka arzı yılan hikayesine dönen Facebook var. Genel kanı 2012 yılında bu dev sosyal network sitesinin de borsada yerini alacağı yönünde.

Ticari Ortak Olarak Endonezya ve Türkiye

Geçtiğimiz aylarda yayınladığım bir yazıda, Endonezya’nın bağımsızlık günü vesilesiyle ülke tarihini size anlatmış, bugünün büyük oyuncularından biri olma yolunda nasıl ilerlediğinden bahsetmiştim. Bildiğiniz üzere, Fahri Konsolosluk görevim itibarıyla iki ülke arasındaki kültürel ve ticari ilişkilerde elçilik misyonunu üstleniyorum. Şimdi de, size sadece Endonezya’dan değil, yakından izleme fırsatı bulduğum Türkiye ile ticari ilişkilerinin geçmişten bugüne gelişim sürecinden bahsetmek istiyorum.

Türkiye Endonezya arasındaki ticari ilişkiler oldukça köklü ve yaklaşık 50 yıllık bir geçmişe dayanıyor. İlk resmi ilişkilere 60 yıl önce Türkiye’nin Endonezya’yı tanımasıyla başlayan iki ülke, günümüzde 1.7 milyar dolarlık ortak ticaret hacmine sahip bulunuyor.

Bu bağlamda, uluslararası ticaretini ikili anlaşmalara dayandıran ülkeler arasında ilk adım 1959 yılında atıldı ve Türkiye-Endonezya Ticaret Anlaşması imzalandı. Daha sonra imzalanan Teknik İşbirliği Anlaşması (1982), Çifte Vergilendirmenin Önlenmesi Anlaşması (1997), Yatırımların Karşılıklı Teşviki ve Korunması Anlaşması (1997) gibi önemli belgeler, iki ülke arasındaki yasal zemini oluşturdu. Türkiye ve Endonezya, ikili ticari ilişkilerin yanı sıra, üyesi oldukları “Birleşmiş Milletler ve Uzman Kuruluşları”, İslam Konferansı Örgütü, D-8, G-20 gibi uluslararası ve bölgesel örgütler çerçevesinde, işbirliğini halen sürdürüyor.

İki ülke arasında özellikle 2000 yılından sonra yaşanan siyasi ve ekonomik gelişmeler, diplomatik pasaport ve hizmet pasaportu muafiyetiyle perçinlendi. Şu anda her iki ülke vatandaşlarının turistik ya da iş amaçlı yapacakları ziyaretlerde herhangi bir ön başvuruda bulunmaksızın, ülkeye girişlerinde vize verilmektedir. Bugün Endonezya, Türkiye’nin Uzakdoğu’da en çok ticaret yaptığı 6. ülke konumunda. Küresel ekonomik kriz sonucunda 2009 yılında %26 oranında düşüş gösteren ticaret hacmine rağmen, iki ülke arasındaki ithalat/ihracat yeniden toparlanmaya ve büyümeye devam ediyor.

Elbette, Endonezya coğrafi konumu itibarıyla yeraltı kaynakları açısından da zengin bir ülke. Önemli petrol ve gaz kaynaklarına sahip Endonezya, günde yaklaşık 1 milyon varil petrol üretiyor. Özellikle enerji kaynaklarıyla dikkat çeken Endonezya’da tekstil ürünleri (%18.2)*, hayvansal ve bitkisel yağlar (%13.2), elektrikli makine ve cihazlar (%8.7), kauçuk (%12) ve diğer ürünler (%47.98), Türkiye’nin ithalat kalemleri arasında yer alıyor. İthal ettiğimiz bu ürünlere karşılık ise Endonezya’ya hububat (%41.8), kimyasallar (%12) elektrikli makine ve cihazlar (%8.7), tütün mamulleri (%9.4), demir çelik (%9.2) ve diğer ürünler (%18.9) ihracatı yapıyoruz. (Kaynak: TUİK)

Endonezya’nın Türkiye’deki yatırımları, bugün itibarıyla 650 bin dolar civarında, faaliyet gösteren firma sayısı ise 3. Halen 9 Türk firmasının toplam 70 milyon dolarlık hacimle faaliyet gösterdiği Endonezya, kalabalık nüfusuyla geleceğin önemli pazarlarından biri olarak görünüyor. Dünyada, kauçuk ve kahve üretiminde ilk sıralarda yer alan Endonezya, turizm sektörü açısından bizim için önemli bir kaynak. 2009 yılında ülkemizi ziyaret eden Endonezyalı turist sayısı, 2008 yılına oranla %50 artışla 23.000’e ulaştı, bu sayı 2010 yılında artmaya devam ederek 24.349 oldu.

Endonezya 188 milyar dolarlık uluslararası ticaret hacmiyle dünya ekonomisinin ihracatta %.0.85’ini, ithalatta ise %.0.65’ini oluşturuyor. Şunu söyleyebiliriz ki, Endonezya, uluslararası ticarette geleceğin büyük oyuncusu olma yolunda ilerliyor.

12. Uluslararası İstanbul Bienali: “İsimsiz”

Geçtiğimiz yıllarda Venedik ve İstanbul Bienallerinde bulunmuş, hayranlıkla izlemiştim eserleri… Özellikle 2009 yılında Venedik’te sergilenen Lapses – Türk Pavyonu, katılımcıların dikkatini fazlasıyla çekmiş, izleyenleri kendine hayran bırakmıştı. Bu yıl, dünyanın en büyük sanat etkinliklerinden biri olarak kabul edilen ve 1987’den bu yana düzenlenen İstanbul Bienali, 17 Eylül tarihinde 12. kez sanatseverlerle buluşmaya hazırlanıyor. Ben de, hem ülkemiz hem de sanat dünyası için ayrı bir öneme sahip olan bienalin bu yılki temasından ve ilham kaynağı olan Felix Gonzales Torres’ten söz etmek istiyorum. Tabii, yıllardır İstanbul Bienali’nin düzenlenmesini sağlayan İstanbul Kültür Sanat Vakfı’ndan (İKSV) da bahsetmemek olmaz…

Ulusal ve uluslararası festivalleri düzenlemek amacıyla 1973 yılında kurulan İKSV, kurulduğundan bu yana, kültür ve sanat çalışmalarının en seçkin örneklerini sanatseverlerle buluşturdu. İlk kez “Uluslararası Çağdaş Sanat Sergileri” temasıyla yola çıkan İstanbul Bienali, 2009’da “İnsan neyle yaşar?” başlığı altında birçok sergiye ev sahipliği yaptı. Bu anlamda Bienal*, sanat yoluyla Türkiye’nin ulusal ve kültürel değerlerinin, uluslararası alanda tanıtılması için birçok çalışmayı hayata geçiren İKSV’nin en önemli organizasyonu niteliğini taşıyor.

Küratörlüğünü Adriano Pedrosa ve Jens Hoffmann’ın üstlendiği “İsimsiz” başlıklı 12. İstanbul Bienali; Pasaport, Ross, Ateşli Silahla Ölüm, Soyutlama ve Tarih temalarından oluşan 5 karma sergi ve 45 kişisel sunuma ev sahipliği yapacak. Her karma sergi, belirli bir tema altında çok sayıda sanatçının yapıtını bir araya getirecek.

Hitay Yatırım Holding olarak, bu yıl “Tarih” temasının sponsoru olduk. Kişisel tarih, hafıza ve toplumsal tarih konulu eserlerin sergileneceği bölümü görmenizi tavsiye ederim. Tema altındaki eserlerin vurgusunu, tarihin getirdiği sorumluluklar ve sunduğu imkânlar oluşturacak.

Bu yıl serginin “İsimsiz (12. İstanbul Bienali), 2011” başlığını almasının sebebi ise Gonzalez-Torres‘in kendi yapıtlarını adlandırmakta kullandığı geleneğe bir gönderme yapmak…

Peki, kimdir bu Felix Gonzales Torres?

Küba asıllı sanatçı Gonzalez-Torres, 1957 yılında Amerika’da doğdu. 1970’li yılların sonunda New York’a yerleşti ve sanat eğitimi aldı. 1980’li yıllarda, etkin bir sosyal aktivist olarak Group Material adlı sanat topluluğuna katıldı. Torres, erken dönem metinsel eserlerinden oluşan ilk kişisel sergisini, 1988 yılında Soho’daki Rastovsky Galerisi’nde açtı ve “Kavramsal Sanat ve Minimalizm” ile ilişkili görülebilecek bir sanat anlayışı geliştirdi. En çok bilinen eserleri; takvim, yapboz, kağıt yığınları, şeker kümeleri, tele dizilmiş ampuller, dilbilimsel portreler ve fotoğraflardır. 1996 yılında, 38 yaşındayken AIDS nedeniyle hayatını kaybeden Torres, öldüğü güne kadar bir sanatçı olarak üretimini sürdürdü.

Gonzalez Torres’in farklılaşmasını sağlayan en önemli özelliklerden biri, izleyicilerin, eserin bir parçasını yanında götürmesine izin vermesidir. Bu yolla, eserlerine sanatseverleri de dahil ederek, karma bir ambiyans yaratır. Bir eser dizisi; izleyicilerin, sergi alanında yığın halde bulunan ambalajlı şekerlerden almasına izin verirken; bir başka dizi, yine alınması serbest olan, çok ince saydam plastik parçalardan veya basılı dergilerden oluşur. Enstalasyondaki şeker, plastik ve dergiler azaldıkça, sergi sahipleri tarafından yenileri konur.

Torres, minimalist ve kavramsal yapıtlarıyla 20. yüzyıl güncel sanatının en önemli isimleri arasında sayılıyor. Sanat tarihindeki benzersiz yeri tescil edilen, dünyanın en önemli müzelerinin eserlerini sergileyebilmek için yarıştığı dünyaca ünlü sanatçının, bu yılki İstanbul Bienali’nde sanatseverleri etkisi altına alacağını düşünüyorum.

* Bienal: İtalyanca “iki yılda bir düzenlenen” etkinlik anlamına gelen, kültür ve sanat faaliyetleri için kullanılan bir terim. Bienal, ilk olarak 1895 yılında Venedik’te düzenlendi.