İzinli Online Pazarlama

Son zamanlarda, internette bir kavramı sıklıkla duyuyoruz; izinli online pazarlama…

Klasik e-posta gönderimi gibi kabul edilen bu işlem, aslında çok daha farklı bir anlam içeriyor.

Peki nedir bu İzinli Online Pazarlama? E-posta’yla Pazarlama ile kesiştiği ve farklılaştığı noktalar neler?

Pazarlamanın olmazsa olmazlarından biri olan hedef kitle ile iletişimde, internet ve tabii ki e-posta gönderimi çok önemli. Haliyle bu hizmeti sunan firmalar da her geçen gün artıyor. Bu hizmeti veren kurumlardan biri de Hitay Yatırım Holding bünyesinde bulunan izinli online pazarlama şirketi Napolyon.com.

İzinli Online Pazarlama, online kanallar üzerinden potansiyel ve mevcut tüketicilerin izinleri alınarak ve bu izne dayalı olarak tüketiciyle bu kanallardan iletişime geçilen pazarlama faaliyetleridir.

E-postayla Pazarlama da, izinli pazarlama ilkelerine uygun yapılması gereken bir online pazarlama metodudur. Aslında İzinli Online Pazarlama’nın bir sonraki adımıdır. Ancak pek çok kurum tarafından yürütülen özensiz ve toplu e-posta gönderimleri nedeniyle, adeta bir “tacizkar pazarlama” yöntemine dönüşmüş durumdadır.

İzinli Online Pazarlama ile tüketicinin izni önceden alınır, dilediği zaman bu izni sınırlama veya tümüyle kaldırma hakkı tanınır. İletişim; SMS, MMS, e-posta, dijital reklamlar ve sosyal ağlar üzerinden yapılan uygulamalar aracılığıyla online olarak gerçekleştirilir.

İşte bu kavramın Türkiye’de henüz çok yeni olduğu zamanlarda, bundan 5 yıl önce, Hitay Yatırım Holding bünyesinde faaliyete başlayan Napolyon.com, Türkiye’nin ilk ve tek online “İzinli Pazarlama” platformu olarak, misyonunu başarıyla sürdürüyor.

Napolyon.com’da tüketiciyle, paylaştığı iletişim adresleri üzerinden, sadece belirttiği ilgi alanları (sektör, kategori, tercihler, profil bilgileri vb) doğrultusunda ve aksini belirtmediği müddetçe verdiği onaya uygun olarak iletişime geçiliyor. Bu izin, tüketicinin hem e-posta hem de GSM kanalları için herhangi bir iletişim öncesinde “double/confirmed opt-in” yani verilen e-posta adresi ve cep telefonu numaralarının onaylanması yöntemiyle alınıyor.
Genelde sürdürülen uygulama örneklerine bakacak olursak, bir firmanın herhangi bir ürün veya hizmetini satın aldığınızda, kişisel iletişim bilgilerinizi bilinçli bir şekilde vermiş olmamanıza rağmen, söz konusu markanın ve yan kuruluşlarının pazarlama mesajlarına maruz bırakılırsınız. Son dönemde özellikle internette Facebook, mobil cihazlarda ise iPhone uygulamaları aracılığıyla toplanan bilgilerin, reklam amaçlı kullanımına dair haberler sıkça karşımıza çıkıyor.

Oysa, tüm bu yöntemlerle toplanan bilgilerin tüketiciye vaat edilen şekilde paylaşılması ve işlenmesi, izin dışı amaçla kullanılmaması gerekir. Bir izinli online pazarlama firması olan Napolyon.com’a verilen bilgiler, üyenin izni olmadığı sürece, kesinlikle diğer firmalarla paylaşılmaz.

Şirketler açısından da online izinli pazarlama kuruluşlarıyla çalışmanın pek çok avantajı var. Bu yöntemle şirketler, yalnızca E-posta’yla Pazarlama değil, sosyal ağlara entegre edilmiş kapsamlı projelerle de doğru hedef kitleye erişme fırsatını yakalıyorlar. Kendi hedef kitlelerine özel bir çalışma yürütüyorlar ve diğer mecralara göre daha düşük bir bütçeyle etkin geri besleme elde ediyorlar. Elbette, burada ölçümleme ve raporlamanın da önemi büyük. Yapılan her bir aktivitenin istatistikleri raporlanarak, müşteri memnuniyeti de araştırılmış oluyor. Özetle, izinli pazarlama, markayla hedef kitlesi arasında güvene dayalı bir pazarlama iletişimi ve tatminkar iş sonuçları yaratıyor.

Dijital medya kanallarının kullanımı ve online harcama konusundaki trendler, tüketicilerin gelecekte, kişisel bilgilerinin kullanımı konusunda daha dikkatli bir yaklaşım sergileyeceğine işaret ediyor. Online hizmet veren bu tür kuruluşlar, kullanıcıların güvenini kazanmak ve korumak için giderek daha sıkı güvenlik ve gizlilik ayarlarını devreye alıyor. Artan bir hızla büyüyen bilgi ve mesaj kirliliğinin giderek daha tahammülsüz bir toplum yarattığı günümüzde; izinli online pazarlama uygulayıcıları tüketiciyi dinleyerek, hizmetlerini yaygınlaştırarak, onların değişen tüketim alışkanlıklarına, gizlilik ve güvenlik ihtiyaçlarına yanıt verecektir.

İzinli pazarlama şirketleri, üyelerinin kendilerine duyduğu güven ve bağlılık sayesinde, Napolyon.com örneğinde olduğu gibi, sosyal ağlarda aktif şekilde yer alabiliyor, bu sayede edindikleri deneyimle dijital medya kampanyalarında daha etkin olabiliyor. Kendisiyle gönüllü olarak iletişime geçilmesine izin veren kitleler, aynı zamanda markanın gönüllü temsilcileri haline geliyor. Bu bağlamda online izinli pazarlamanın, markaların dijital iletişiminde önemli bir yere sahip olduğunu görüyoruz. Önü oldukça açık yeni pazarın; “Kişisel Verilerin Korunması Hakkında Kanun Tasarısı” ve “Elektronik Ticaretin Düzenlenmesi Hakkındaki Kanun Tasarısı”nın yasalaşmasıyla, gerçek değerini bulacağına inanıyorum.

İddaa Türkiye’de Nasıl İcat Oldu?

Yıl 2002. Spor Toto Teşkilat Müdürlüğü tarafından “Müşterek Bahis Oyunlarının Çoklu Erişimli Elektronik Ortamlar Üzerinden Oynatılması ve Merkezi Sistem Kurdurulması ve İşletmeciliği” konulu ihale açılıyor. Aslında bildiğimiz ismiyle Spor Toto oyunu söz konusu olan. Toplam 23 milyon TL’lik bir ciro var. İhaleye girmeye karar verdik ancak işi bilmiyoruz ve finansal açıdan yeterli değiliz. Daha önce Mobicom, DigiKids, Sayot şirketlerinde ortaklık yaptığımız Çukurova Grubu’na, Turkcell ile birlikte ihaleye girme teklifini götürdük, kabul ettiler. Yanımıza bir de, bu konuda dünyanın en hızlı büyüyen ve en başarılı şirketlerinden olan Yunanlı Intralot’u aldık. Teknoloji Holding’in %20, Intralot’un %25 ve “%100 Turkcell katılımı” olan Turktel’in %55’lik ortaklığıyla, 2002’de İnteltek’i kurduk ve ihaleyi kazanarak operasyona başladık.

Hikâyemiz aslında burada başlıyor! Eğer Spor Toto oyunuyla yetinseydik, vasat bir şirketin ortağı olmaya devam etmemiz muhtemeldi. Ancak Intralot yetkilileri bize, klasik Spor Toto (Paramutual Betting) oyunlarının dünyada uzun bir süredir düşüşte olduğunu, yeni trendin Sabit İhtimalli Bahis (Fix Odds Betting) oyunları olduğunu anlattı. İddaa oyununu Yunanistan’da oynattıklarını ve 1 milyar Euro’nun üzerinde ciro yaptıklarını söylediler.

Bilmeyenler için özetlemek gerekirse, İddaa ile Spor Toto arasındaki fark, yatırdığınız para karşılığında kazanacağınız tutarın ne olduğuyla ilgili. İddaa sabit ihtimalli bir oyun, oyuncu parayı yatırdığı anda, tahminleri tuttuğu taktirde kazanacağı miktarı net olarak biliyor (örneğin 10 TL değerinde oynanan ve 1’e 5 veren bir kupon tuttuğu taktirde, kazanılacak tutar 50 TL’dir), Spor Toto veya at yarışları ise müşterek bahis, bir başka deyişle bunlar havuz oyunları. Müsabakalar sonra erdiğinde toplanan miktar, kazananlar arasında paylaştırılıyor.

Peki, Türkiye’de bu oyun tutar mıydı? Oyunun gelişimini bilmeden cevap vermesi zor bir soruydu. Müşterek ve sabit ihtimalli spor bahisleri yüzyıllardır oynanıyor. Horoz dövüşleri ve boks ile başlayan bahisçilik, 19. yüzyılın ortalarında, özellikle elitlerin katıldığı at yarışlarıyla popülerlik ve itibar kazandı. 1960’larda ABD’de spor müsabakalarının naklen yayınlanmaya başlaması, bu işin ilk dönüm noktası oldu. İkinci dönüm noktası ise 1990’ların ortasında internetin yaygınlaşması ve bahis oyunlarının bu sayede internet ortamına taşınmasıyla gerçekleşti.

Bu işe girerken yaptığımız fizibilite çalışmaları sonrasında, Yunanistan’da ulaşılan rakamların iki misline ulaşmanın çok da zor olmadığını gördük ve oyunu Spor Toto Teşkilat Müdürlüğüne teklif ettik. İçerikteki değişiklik sebebiyle Spor Toto’nun yöneticileri, haklı olarak bu oyunu ihalesiz verdikleri takdirde dava edilebileceklerini öne sürerek, yeni bir ihale açılması gerektiğini söyledi. 2 Ekim 2003 tarihinde açılan yeni ihaleyi biz kazandık.

Yeni oyun için “yeni bir marka”ya ihtiyacımız vardı, tahmin edileceği üzere birçok öneri geldi. Bu noktada Yunan ortağımızın katkısı göz ardı edilecek gibi değildi. Intralot’un Yunanistan’da altyapısını sağladığı sabit ihtimalli spor bahislerinin Türkçe karşılığının “iddia” benzeri olması, aslında işimizi kolaylaştırdı. O zamanki reklam ajansımız Young & Rubicam’ın önerisi ve yapılan araştırmanın sonuçlarının desteğiyle, isim olarak “İddaa”da karar kıldık.

İddaa oyunu, Nisan 2004’te başladı. Doğrusunu söylemek gerekirse, başlangıçta işin seyrinin ne olacağı konusunda pek bir fikrimiz yoktu. Ekim 2004’e geldiğimizde, ortaklar ve yönetim kurulu üyeleri olarak gelecek yıl tahminleri yapıyorduk. 200-250-300 milyon dolarlar konuşuluyordu. “500 milyon dolar” dedim. Odadakiler, “o kadar da değil” dediler. Benden sonra en yüksek rakam olarak 300 milyon dolar diyen Turkcell tarafındaki yönetim kurulu üyesi Orhan Göksal, benimle takım elbisesine iddiaya girmek istedi. Kendisi “ama kazanırsam Zegna takım elbise isterim” diyordu. Tahminlerimizi herkesin önünde; Osman Erk, Sait Kayahan, Orhan Göksal, ben ve eski ortağım, isimlerimizin karşısına rakamları yazıp imzaladık. Bu belge şu anda Bilyoner A.Ş.’nin Yönetim Kurulu Başkanı ve Genel Müdürü Sait Kayahan’dadır. Kendisi belgeyi bulduğunda blog sayfamda yayınlayacağım.

2004 yılının sonuna gelindiğinde, bir önceki yıl 17 milyon dolar olan oyun cirosu 167 milyon dolara, bizim iddiaya tutuştuğumuz yıl olan 2005 sonunda ise 987 milyon dolara ulaşmıştı. Ciro tahminlerimin neredeyse iki katına çıkmıştı. Tabii Orhan Göksal’dan takım elbiseyi almadım, karşılaştığımızda da “Boşver, böyle başarılı bir şirketin ortağı olarak aslında benim sana takım elbise almam gerekir” dedim.

İddaa’nın bahis oyunları pazarındaki payı Nisan 2004’de %1 iken, Aralık 2005’te %37’ye çıktı. 2010 yılı sonunda muhtemelen 2.5 milyar dolar ciroyla, şans oyunları pazarında % 50’ye yakın bir paya sahip olacak.

Peki biz bu işten neden çıktık? Bunu da daha sonra anlatacağım.

CEO’ların Yönetim Hastalıkları – Capital (Eylül-2009)

CEO Yönetim Hastalıkları Dosyası – Capital dergisi Eylül 2009
Hazırlayan: Şeyma Öncel Bayıksel

Size göre Türkiye’de CEO’ların yakalandığı belli başlı yönetim hastalıkları neler?
Türkiye’de, tepe noktalarda yaşanan yoğun temponun birçok CEO’yu gerçek hayattan, trendleri takip etmekten ve özellikle tüketimin değişen yüzünü, dinamizmini algılamaktan koparma ihtimali çok yüksek… Elbette değişimi izlemek, tek başına CEO’nun görevi değildir, onun işi büyük resmi görmektir. Profesyonel hayatın gerekliliği olarak, yönetim değişimi ekibi ile birlikte izler, dinler, inceler, araştırır, tartışır, danışmanlar da bu yapının içine girer vb. Ancak bana göre bu konu, yalnızca işin uzmanlarına ve/veya araş­tırma kurumlarına bırakılmayacak kadar önemlidir. Başarılı CEO’ların gündeminde sahanın ne kadar ön planda olduğu, kimsenin reddedemeyeceği bir gerçektir. Sahada geçirdiğiniz, müşteriyi, tüketiciyi dinlerken aldığınız bilgi, en önemli kaynaklarınızdan biridir. Bütün bunlar zincirin parçalarıdır. Ancak bizde, bu pozisyondaki birçok kişinin merkezde kaldığını gözlemliyorum… Bir CEO’nun da hayatın içinden kopmaması gerektiğini düşünüyorum. Bunun doğru ve yanlış örneklerini yalnızca Türkiye’de değil, dünyada da gördük, görmeye devam ediyoruz. Dikkat ederseniz, ABD’de birçok CEO’nun kendi korunaklı ortamında çalışmış olması, krizden sonra en çok eleştiri alan noktalardan biriydi… Büyük resmi görecek, ama aynı zamanda detaya da hakim olacak, ekibinizden, işinizden kopmayacaksınız.

Diğer yandan, bir CEO’nun alıcılarının da hep açık olması, trendleri, değişimi yakından takip etmesi gerektiğini düşünüyorum. Hemen hemen her gün, kimi işler tarihe gömülüyor. Yenileri ise adeta geceden sabaha, muazzam bir hızla henüz tanımı olmayan bir ürün ya da pazar yaratabiliyor. Elbette, tüm şirketin, pazarlamanın, Ar-Ge’nin, satışın ve diğer bölümlerin alıcıları açık olacak! Ama sürekliliği hedefliyorsanız, bu yetmez. CEO’nun da, patronun da alıcıları açık olacak. Ben konuya böyle bakıyorum.

Öte yandan, şirketteki konumunun bir diğer anlamı “kurmaylık” olan CEO’luğun, “şık bir koltuk” olarak görüldüğü durumlar da var. Bunu da bir yönetim hastalığı olarak görebiliriz. Aslında bu, bana kalırsa gelişmişlik düzeyimizle de ilgili bir durum. Kimi örneklerde, üst yönetim, moda bir yaklaşım olarak ‘Biz de olsun” mantığı ile bu pozisyonu yaratıyor ve işler aynen “eskisi gibi” yürüyor. Böyle bir durumda, CEO olarak göreve getirilen kişiler, unvanın yarattığı avantajlar için göz yumabiliyor. Hiyerarşik sistemin bir parçası olmak cazip geliyor. Bununla birlikte, dünyaya baktığımızda CEO’luk, halka açık şirketlerde başkanlıktan ayrılan, çok daha profesyonel olarak tanımlanan bir pozisyon. Nispeten az hissedarı olan şirketlerde ise başkanlık ve CEO’luğun bir arada yürütülebilmesinin, Türkiye’de dışarıdan bakıldığında biraz akılları karıştırdığını da düşünüyorum.

Türkiye’de geçmişten bugüne pek çok dev şirketin yok olduğunu biliyoruz. Size göre bu çöküşlerin arkasında liderlerin ne tür yanlış kararları etkili oldu?
Ben iş dünyasında başarının dört temel üzerine kurulu olduğunu düşünüyorum: Vizyon, eylem, değer yaratma ve sürdürülebilirlik. Bence liderin öncelikli hedefi, işi bu temel üzerinde dinamik bir yapı ile yönetmek ve ekibinin de aynı bakış açısına sahip olmasını sağlayabilmektir. Türkiye’de parlayan ve sönen, yok olan birçok şirkette gözlemlediğim, kronik olarak değerlendirdiğim temel yanlış, liderlerin, özellikle yüksek ölçekli başarıların ardından rehavete kapılması, işin merkezinden kopması olmuştur. Bir başka yanlış, büyüme ile paralel olarak, dikey organizasyonların rağbet görmesidir. Karmaşık yapılar oluşur, her köşe başında bir yönetici, zamanla günün önemli bir bölümünü iç toplantılarla geçiren bir yönetim ve lider modeli doğurur ve iş, içinden çıkılmaz bir hal alır. Hız kaybedilir, hantallaşma başlar, lider büyük resimden kopar, hiyerarşinin parçası olur. Değer, erimeye başlar ve zaman içinde yok olur. Yakın tarihe baktığımızda her adım başında benzer hikayelere rastlarız. Ancak bu öykülerde, eğer lider olarak tek bir kişi görecek ve tüm sorumluluğu ona mal edeceksek, yanlış olacaktır… Bence tüm yönetim yapısını irdelemek, daha sağlıklı bir yol olur.

Siz bugüne kadar CEO’luk hayatınızda buna benzer yönetim körlükleri yaşadınız mı? Nasıl bir süreçte bu körlüğü atlattınız, ne zaman fark edip önlem aldınız?
Ben, başkanlık ve CEO’luk unvanlarını birlikte yürütüyorum. Girişimcilik altyapısı ve inovasyona odaklı bir modelle büyüyen, sürekli gelişen bir iş modeli içinde olmamız, dinamik yapımızı her zaman güçlü tutan bir yönetim modeli oluşmasını sağladı. Dinamizmi korumak, körleşmeye karşı en büyük silahınız oluyor… Elbette, dinamik yapının riski de her zaman daha fazladır. Ama resmin bütününe baktığınızda, tercih edilir bir durumdur.

CEO’ların bu tür yönetim hastalıklarına yakalanmamak için ne tür önlemler alması lazım. Siz ne tür stratejiler izliyorsunuz?1
Sürekli yenilenmek, dinlemek, izlemek, öğrenmek, gelişmek, sahada, hayatın içinde, işin içinde yaşamak… Bu kulvarlar içerisinde, yalnızca birine ya da birkaçına odaklanmanın sonucunda, körleşme kaçınılmazdır. Belirli ölçüler içerisinde, mütevazılığı korumanın da önemli olduğunu düşünüyorum. Mütevazılığı yalnızca “samimi duruş” olarak da görmemek gerekiyor. Eğer hayata karşı merakınızı koruyabiliyor ve öğrenmeye karşı ilginizi merkeze alabiliyorsanız, bu da mütevazılığın bir başka tanımıdır. Kimi zaman, başarı da egoyu şişiren ve sizi dünyadan, çevrenizden soyutlayan bir tehlike haline gelebilir. Bu tuzağa da düşmemek gerekir.

İşte O An Her Şey Yeniden Başladı…

“Emin Hitay’ın 2006 yılında İstanbul’da gerçekleştirilen 7.Pazarlama Zirvesi’nde yaptığı konuşmadan derlenmiştir.”

“İşte o an her şey yeniden başladı.” Benim hayatımda, yenilikçiliğin, aldığım yenilikçi kararların önemini anlatan en güzel cümlelerden biri budur. Sıfırdan başladığım 26 yıllık girişimcilik hayatımda, yenilikçi düşünce sistemi ve bu doğrultuda alınan kararlar, hayata geçirdiğimiz iş fikirlerinden pazarlama stratejilerine, yarattığımız katma değerden kurduğumuz işlere kadar tüm iş hayatımın temelini oluşturdu.

Bazen bana “Nasıl yenilikçi olunur” diye soruyorlar. Doğrusunu isterseniz, reçetesi ya da ilacı yok. Hayata öyle bakar, öyle yaşarsınız. Yenilikçilik bir hayat tarzıdır, vizyon meselesidir. Tepeden en alt kademelere kadar, etkileşimli olarak yayılır. Ama aynı zamanda risk alma cesareti, özgüven, sebat ve disiplindir.

Yenilikçi olursanız, hayat her zaman yeniden başlayabilir. Hangi yaşta, hangi koşulda olursanız olun! “Neden olmasın” diyerek her şeye yeniden başlarsınız. Tüm hücrelerinizde, yüreğinizde hisseder, uyurken bile bunu planlarsınız. Zamanla kimsenin görmediğini görmek, kimsenin yapmadığını yapmak, bilinmeyeni, hayatı kolaylaştıran her şeyi düşünmek üzerine bir düşünce sistemine sahip olursunuz. Ve arkası zaten kendiliğinden gelir.

Ama yenilikçi düşünce sistemi, tek başına “mucizeler” yaratmaz.
Aynı zamanda, “Hatalar Üniversitesine de kaydınızı yaptırmış olursunuz”.
Ve altın kural: Hayat; ödülü hak edene verir, hak etmeyenden alır.

Tüm bunları birleştirdiğinizde, bunu başarma gücüne eriştiğinizde, “şapkadan fil çıkarmaya” başlarsınız.

Ben size, formüllere ve reçetelere girmeden, 30 yıllık bir iş hayatından çıkan “yenilikçi düşünce sistemi” modelimi, farklı dönemlerde yeniden başlayan hayatımı tecrübelerimle aktarmaya çalışacağım.

ZORLUKLAR YENİLİKÇİ DÜŞÜNCENİN TEMELİDİR!

Ben, Ege Üniversitesi İşletme Fakültesi Pazarlama Bölümü mezunuyum. Hayatıma dönüp baktığımda “İşte o an her şey yeniden başladı” diyebileceğim ilk dönem, bu okula girdiğim günlere rastlar.

16 yaşındayken, insan hayata daha da cesur bakıyor. Liseyi Kabataş Erkek Lisesi’nde okudum. Doğrusu çok ders çalıştığım söylenemezdi. Ama hiç sınıfta kalmadım. Son sınıftayken, bir gün, cebir-geometri hocamız İsmet Hocanın bir sorusuna, şakanın dozunu biraz kaçırarak cevap verdim. O an hepimiz tabii ki güldük. Fakat bu şakanın sonucu, tüm hayatımı etkileyecek bir dönüm noktası oldu. Hocama kendimi affettiremedim, bütünlemeye kaldım. Bütünlemeye kalınca da nasıl olsa hocayla takıştığım için sınıfta kalacağım ve bir yıl daha vaktim var diyerek, ÖSS’ye hiçbir amacım olmadan girdim. Tercihlerimi rastgele yaptım. Fakat işler düşündüğüm gibi olmadı. O yıl kaldığım iki dersten biri olan Cebir’den geçip Geometri’den kaldım. Tek dersten kalanlar için Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) tarihinde ilk kez bir af çıktı, mezun oldum. Ve mezun olduğumda da 30 tercihten 27. tercihim olan Ege Üniversitesi İşletme Fakültesi’ni kazanmıştım. Kendi kendime şöyle düşündüm: “Tamam o zaman Emin, İzmir’e gidip, akrabalarının yanında birkaç ay zaman geçirir, geri döner, sonra da yeniden sınava girersin. Boğaziçi Üniversitesi’ni kazanır, okula başlarsın.” Doğrusu o ortamda iyi bir plandı. Kendime güvenim de tamdı. Bugün geriye dönüp baktığımda “İyi ki gitmişim” diyorum. Ege Üniversitesi ve İzmir’e gidişim, hayatıma yön veren bilgi ve tecrübeyi kazandığım, çok şey öğrendiğim bir okul ve yaşam kesiti oldu.

Fakat hayat, her zaman planladığınız gibi gitmiyor.

18 yaşında, babamın ani vefatıyla hayatımın rotası değişti. Okula devam edip biran önce bitirmek, bu sırada geçimimi sağlamak ve bir an önce hayata atılmak zorundaydım.

Hayatta yaşanan zorluklar, kimi insanları yenilikçi düşünmeye, girişim yapmaya, fırsatları kollamaya yönlendirir. Beni bekleyen zorluklar, yenilikçi düşünce sisteminin temellerini oluşturdu. Ve bir yaşam biçimi haline geldi.

İşte o an, her şey yeniden başladı.

İzmir’de teyzemin evinde kalırken, suların üst katlara ulaşmamasından şikâyet ediliyordu. Gazete ilanlarından araştırarak bu sorunun çözümüne yönelik bir şirkette iş buldum ve bir süre hidrofor sattım.

Daha sonra, bana göre geleceğin sektörü olduğunu düşündüğüm Bilişim sektörünün içinde bulunmayı hedefleyerek Ege Üniversitesi Hesap Bilimleri Enstitüsü’nde (Şimdi Ege Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü) sistem operatörü olarak çalışmaya başladım. Artık bir devlet memuruydum. Sabah okula gidiyor, öğleden sonra işe gidip gece yarısına kadar sistem operatörü olarak çalışıyordum. Derslerimde de çok başarılıydım. Çoğu dersten sınavlarda A alarak 2.5 yılda, kredi sistemi olan okulumuzdan mezun olacak seviyeye geldim. Fakat tez ve devrim tarihi için 1.5 yıl beklemem gerekiyordu. Bu 1.5 yılı farklı programlama dillerini öğrenerek geçirdim. Beni Ankara ve İstanbul’a kurslara gönderdiler, sertifikalar aldım. Deli gibi çalışıyordum, öğrenmeyi çok istiyordum.

Dolayısıyla 3 yıl boyunca eğitimi ve iş tecrübesini birlikte yaşadım. Çok şey öğrendim ve daha çok şey öğrenmek için İstanbul’a döndüm. Onları hiçbir zaman unutmadım. Ve bugün de Ege Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği yönetimiyle ilişkimiz, işbirliklerimiz aynı heyecanla devam ediyor.

DİSİPLİN VE SEBAT OLMADAN YENİLİKÇİ OLUNMAZ!

Yenilikçi düşünce sisteminin, yenilikçi kararların temelinde, cesaret, sebat ve disiplin olduğunu söylemiştim. İşte bu altyapının kurulması, benim hayatımda sekiz yıllık bir dönemi kapsar. Bu süreç, aynı zamanda hatalar üniversitesinde de birinci dönemimdir. Yenilikçi düşünce yapısına sahipseniz, zaman zaman kaybetmeyi, hatalarla birlikte yaşamayı, onlarla büyümeyi de öğrenmelisiniz!

Dolayısıyla, istediğiniz kadar yenilikçi olun, eğer aynı zamanda iyi bir işadamı kafasına sahip değilseniz, bu özelliğiniz hiçbir zaman bir işe yaramaz. Hatta size zarar da verebilir. Benim hayatımdaki sekiz yıl, ticareti öğrendiğim, sabrettiğim, önemli tecrübeler elde ettiğim, değerli bir dönemdir. İşadamlığımın temeli de bu dönemde atılmıştır.

İzmir’den İstanbul’a döndükten sonra, Silkar Holding’e bağlı Silkar Elektronik Bilgi İşlem Merkezi’nde (SEBİM) çalışmaya başladım. Bu şirket, hem Silkar Holding’e bilgi işlem konusunda destek veriyor hem de başka şirketlere servis büro tarzında hizmet veriyordu. Tabii o zaman yapılan işler, bugünkülerle kıyaslanamaz;muhasebe kayıtları, defterlerin bilgisayara geçirilmesi, bilgisayardan print alınması, bordroların basılması vb. Aldığım ilk iş Basf-Sümerbank projesiydi. Bir yıla yakın çalıştım ve projeyi bitirdim. Sonra ikinci projeyi verdiler, ama ben onlara cevap olarak istifa edeceğimi söyledim. Hayalim serbest çalışmaktı, kararım da kesindi. Sermayem yoktu, hedeflerim büyüktü. Hangi alana yönelmek istediğimi bilmiyordum. Ama kararlıydım. İş hayatına erken atılarak kat ettiğim dört yıl, bana hayattan ne istediğimi görmem için iyi bir tecrübe kazandırmış, vizyonum genişlemişti.

Yaş 22, sene 1980! İş hayatında dört yıllık tecrübeye sahip bir girişimci adayı.

Ve işte o an, her şey yeniden başladı.

Bu arada şunu önemle belirtmek isterim. Hayatta başarı için en önemli faktörlerden biri istemektir. Ama, hücrelerinde hissederek istemek. Gerçekten ve içten isterseniz her istediğiniz olur. Ben, bazı önem verdiğim hedeflerimi cep telefonuma karşılama selamı olarak veya hergün göreceğim şekilde ajandama sabahın en erken saatine yazarım. Hergün hatırladığınız istek ile beyniniz uyku sırasında bile sizin isteklerinizi yerine getirmek için gereken zemini hazırlamak için çalışır. Yürekten isteğin karşısında hiç bir kuvvet duramaz.

Başlangıçta şirket kuramadım, param yoktu. Bana kalırsa bunun bir önemi de yoktu!

Rahmetli babam, tekstil piyasasında çalıştı yıllar boyunca. Demirkapı’da makinelerimiz vardı, Sultanhamam’daki bir handa, küçük mağazamızda toptan satış yapardı. Çocukluk ve ilk gençlik dönemimde, yazları bir iki ay onunla işe giderdik. Dolayısıyla sektöre aşinaydım.

Sultanhamam piyasasındaki tüccarlara gittim. Orada, büyük tüccarlardan biri ile konuşarak onların fason kumaş işlerini yürütmeye başladım. Bana iplik veriyorlardı. Ben o ipliği dokuma tezgâhlarına dağıtıyordum. Metre başına para alıyordum. Hesapları tutuyordum. Bu “gerçek ticaretti”. Doğrusu verdiğim hesapların hiçbirinde 1 lira bile hata olmuyordu.

Bir gün Halit Bey’in fabrikasına yeni işleri konuşmak için gittim. Orada makineler gördüm, paslanmış, kenara atılmış… Ama hepsi çok değerli… Zamanında işçiler grev yapmış, onlar da fabrikayı kapatmışlar. Makineler durdukça çalışmaz hale gelmiş. “Bunları bana verin, çalıştırırım” dedim, kabul ettiler. Çalıştırdıktan sonra piyasaya fason üretim yapacak ve onlara da kira ödeyecektim. Daha önceki kumaş fason işlerini takipten biriken biraz da param vardı.

İşte o an, her şey yeniden başladı.

Topçularda bir atölye tuttum. Yer ucuz olsun diye hanın üçüncü katından tutmuştum, bu yüzden makineleri ceraskallarla yukarı zorlukla çıkarmıştık.

Ne demiştik? Cesaret, sebat ve disiplin! Haftalarca Kuzguncuk’tan 06:45 vapuru ile Eminönü’ne, oradan otobüsle Topçulara gittim. Tuttuğum iki işçiyle birlikte mazot ve tinerle o makineleri birlikte temizledik. O günlerde kendimi ve iş programımı son vapura yetişecek şekilde ayarlamam gerekiyordu. Şayet işim uzar, son vapuru kaçırırsam, Üsküdar’a geçer, oradan yürüyerek Kuzguncuk’a giderdim. Çünkü her şeyim hesaplı ve kısıtlıydı.

Ve o makineler ayağa kalktı!

Sonra Sultanhamam’a gittim, bu yuvarlak örgü makinalarına fason işveren tüccarlarla anlaştım. Onlar bana ipliklerini verdiler, ben onlara dokuyup kilo bazında kumaş verdim. Kilo başına para alıyordum. Yuvarlak örgü makinası işini bilenler bilir, makine bir iğne taramaya başlayınca peş peşe yüzlerce iğne kırılıyordu. O günün bütün hâsılatı iğnelere gidiyordu. İğne pahalı, aslında parayı ben değil iğne ithalatçısı kazanıyordu. Markasını gayet iyi hatırlıyorum, o Groz Beckert marka iğnelerin kutuları bana o günlerde mücevher kutusu gibi geliyordu.

Derken askere gittim. Bu sıralarda örgü kumaşların ihracatı nedeniyle makineler oldukça değerlendi. Ben askerdeyken haber geldi; makine sahibi ‘Makineleri ya alın ya da satalım’ diyordu. Tabii bende alacak para yok, makineler satıldı. Bana da o sekiz makineden en eski model iki tanesini, makineleri ayağa kaldırdığım için ödül olarak bıraktılar. Kırılmıştım, ama şimdi değerlendirdiğimde oyun kuralına göre oynanıyordu. Ben böyle bir davranışı hak etmediğimi düşünüyordum, konuya duygusal yaklaşıyordum. O benim ilk şirketimdi çünkü… O makineleri de -niye öyle karar verdim hala bilmiyorum- bu işi yapan bir yere üçüne beşine bakmadan sattım. Parayı alıp, kendime ikinci el, 1976 model, lacivert renkte Renault 12 aldım. Yıl 1982.

Başak Sigorta’dan acentelik aldım. Akmasa da damlıyor, bir şekilde geçiniyoruz. Ama tabii o işte uzun vadeli düşünmezsen ne uzar, ne kısalırsın. Aynı zamanda küçük partiler halinde iplik alıp satmaya başladım. Sigorta ve iplik ticareti!

Derken, tekstil sektöründe büyük sanayicilerden birinin yakın arkadaşı için iplik ticareti yapması amacıyla şirket kurdurmak istediğini, arkadaşının yanına işleri yürütecek birini aradıklarını ve beni önerdiklerini öğrendim.

Çalışkan, genç biri olduğumu ona aktarmışlar. İşleri tamamen benim yürütmem karşılığında, para vermeden o şirkete yüzde 20 ortak olabileceğimi söylediler. Bu teklif hoşuma gitti, kabul ettim. Alım, satım, tahsilât, ödeme gibi her konuyla ben ilgileniyordum. İki depocumuz, bir sekreterimiz vardı. Bu iş üç yıl devam etti. Sonra bizim şirketimize iplik veren firma sahibi ile ortağımın arası açılınca bize iplik sevkiyatı durdu. Sabahtan akşama kadar boş oturmaya başlamıştım. İkisinin aralarındaki sorunlarını çözmesini dört ay bekleyebildim. Sıkılmıştım, çalışmadan duramazdım. Ortağımın, ‘İşler düzelecek, ileride 50-50 ortak oluruz’ önerisine rağmen ortaklıktan ayrıldım.

Kendime daha küçük bir yer tuttum. İplik toptancılığına başladım. Elimdeki para bitti, üstüne bir de borçlandım. O zaman 20 milyonluk bir senet imzaladım. Küçük çapta iplik alıp satmaya başladım. İşler devam ediyordu. Kendime güvenim çok fazlaydı. Oradan oraya koşturuyorum. Ofisimi, depomu da tutmuşum, adamlarımı almışım, işlerim devam ediyordu. Para da kazanıyorum.

Ve işte o an her şey yeniden başladı.

YENİLİKÇİ DÜŞÜNCE SİSTEMİNE SAHİP İNSANA RAHAT BATAR

Yenilikçi düşünce sistemine dayanan bir yaşam biçimine sahip olduğunuzda ve bunu tercih ettiğinizde, size rahat batar. Gözünüz daima yeni fırsatlarda, yeni işlerdedir, zamanınızın bir kısmında mutlaka gelecekte yaşarsınız. Fark yaratarak, farklı yoldan giderek kazanmak, zoru başarmak istersiniz. Herkesin yaptığı işleri yapmak sizi kesmez. Yerinizde duramazsınız. Günlük hayatınız da bu düzene uyum sağlar.

Aslına bakacak olursanız; hayatınız boyunca iyi bir yenilikçi karar ve girişimin getirileri ve katma değeriyle de yaşayamazsınız.

Başarıya ulaşan yenilikçi kararların dört önemli unsura bağlı olduğunu düşünüyorum: Vizyon, eylem, değer yaratmak ve sürdürülebilirlik.

Vizyon sahibiyseniz iyi bir iş fikriniz olabilir. Ancak fikirleriniz bugünün on adım ötesindeki değil bir adım ötesindeki işler için pratikte geçerli olur. İnsanların 15 sene sonra adapte olup kullanacağı bir ürün veya hizmet için bugünden yatırım yapılmaz. Bu tür yatırımları sadece büyük grupların veya devletin AR-GE bütçeleri ile gerçekleştirmek mümkündür. Fikir tek başına yetmez, onu beyninizde olgunlaştırıp proje haline getirdikten sonra eyleme dönüştürebilecek cesaret ve güce sahip olmalısınız. Fikir dediğiniz ışık hızıyla beynimizde üretilenlerdir. Ama bir söz vardır; ‘söylemesi kolay, yapması zor’ diye. Eyleme dönüşmeyen veya dönüştürülemeyen bir fikrin hiç bir önemi yoktur. Nasıl ölçümleyeceksiniz başarıyı?

Fikrin er meydanı eylemdir! Onun uygulamaya geçirilmesidir. Fakat iyi fikir, her zaman eyleme dönüştüğünde, değer yaratan bir iş oluşmaz. Buna da dikkat edecek, fizibilite çalışmalarınızı yapacaksınız. Satacağınızı önce kendiniz alır mıydınız? Bunu düşüneceksiniz. Eyleme geçirdiğiniz fikir veya olgunlaştırdığınız projenizden değer yaratmanız, yani bu işi paraya çevirebilmeniz gerekir. Bu da yetmez, işiniz “sürdürülebilir” olmalı. Kısa bir süre sonra arkanızdan gelenlerin sizi yok edeceği, eskiyen, güncelliğini yitiren bir iş fikrine sahip olmayacaksınız. Ve eğer kısa zamanda çok iyi para kazandıysanız; rehavete kapılmayacaksınız. İşinizi ve kendinizi güncelleyeceksiniz.

Size iki örnek vereceğim. Birincisi Motorolanın “Iridium” projesi… Bildiğiniz gibi, bu projede uydu kanalı ile dünyanın her yerinden cep telefonu ile görüşme imkanına sahip oluyordunuz.

Fikir çok güzeldi. O dönemin cep telefonlarından biraz irice bir mobil telefonla, dünyanın her yerinden, istediğiniz yeri arayabiliyordunuz. Okyanusun ortasından, Everest’in tepesinden… Ne güzel değil mi? Bu proje hayata geçirildi. Yani vizyon ve eylem kısımları başarıyla geçilmişti. Sıra değer yaratmada, yani işi paraya tahvil etmede! İşte burada başarısız oldular. Neden? Çünkü bu telefonlarla arabanızın içinden konuşamıyordunuz. Binaların içindeyken konuşamıyordunuz. Kafanızı pencereden dışarı çıkarıp uydunun telefonunuzu görmesini sağlamanız gerekiyordu! Hedeflenen 32 milyon abone iken 15.000 abonede takıldılar.

Sonuç: Bu proje, beş milyar doların battığı başarısız bir yatırım olarak tarihin derinliklerine gömüldü. Yani dört unsurdan üçüncüye fena halde takılmışlardı.

Peki vizyon, eylem, değer yaratma, sürdürebilirlik dörtlüsünden dördüncüsüne takılanı kim? Polaroid!

Hepimiz Polaroid fotoğraf makinelerini biliyoruz. Çektiğiniz fotoğraf anında ıslak bir şekilde makinadan çıkar. Biraz beklersiniz, fotoğraf netleşir. İşte çektiğiniz fotoğraf karşınızda… Yok öyle fotoğrafları çekip 36 poz bittikten sonra tab ettirmek. Anında görüntü. Muhteşem bir vizyon değil mi? Bu vizyon eyleme dönüştü ve çok rağbet görerek, üçüncü aşamamız olan değer yaratmada harikalar yarattı. Bir de sarf malzemesini, yani çektiğiniz filmleri de Polaroid üretiyor ve satıyordu. Gelelim dördüncü aşamaya, sürdürebilirlik. İşte onlar da burada takıldılar. Bu başarısızlık yarattıkları değeri de kaybetmelerine neden oldu.

Neden? Dijital devrimi öngöremediler! Şu an elinizdeki cep telefonundan bile fotoğraf çekip, anında dijital olarak istediğiniz kişiye gönderebiiyorsunuz. Fakat bunu öngörüp, kendilerini yenileyemediler. Dijital devrimi ıskaladılar, inatla direndiler ve çok zor bir döneme girdiler.

Oysa Polaroid isteseydi, bugünün en iyi dijital kamera üreticilerinden biri olabilirdi.

Belki de beni sürekli olarak farklı alanlara sürükleyen, arayışlara yönelten güç de buydu.
Tekstil sektöründe işler yolundayken, Türkiye’de daha “teknoloji” kelimesini kullanmak bile yenilikçilikken, doğru dürüst PC yokken, beni “Otomatik Tanımlama ve Veri Toplama” gibi daha önce hiç duyulmamış bir sektör yaratmaya, pazar açmaya zorlayan da bu dört önemli unsurdu.

Bugün bu sektörde yaptıklarımıza “Mobil çözümler” diyoruz.

Yıl 1988. Eski ortağım Alphan ile Exim’i kurduk.

1980’de bıraktığım bilişim sektörüne dönüş yapmak istiyordum, kan çekiyordu. O da işinden ayrılmıştı. Bir gün görüştük, ‘Birlikte bilişim sektöründe bir iş yapalım’ dedik. Ama ne yapacağımız konusunda bir fikrimiz yoktu. Bir yerlerden başlamak oldukça güçtü. O dönemde küçük bir pazar olan bilişim sektörü, büyük grupların elindeydi. Şansımız çok düşüktü. Farklı bir iş yapmamız, niş bir alana yönelmemiz gerekiyordu. Araştırmaya başladık.

Ege Üniversitesi Hesap Bilimleri Enstitüsü’ne gelen broşürlerden niş alanı seçtik. Dünyada bile yeni gelişmeye başlamış olan OT/VT teknolojileri konusunda faaliyet gösterecektik. Telxon diye elde taşınabilen veri toplama terminalleri pazarında faaliyet gösteren ve konusunda lider olan bir firmanın Türkiye temsilciliğini almak için başvuru yapmaya karar verdik. Bu firmanın Avrupa operasyonu Brüksel’den yönetiliyordu. Başında da Carl Caekeart adında bir yönetici vardı. Karşılıklı yazışmalar sonucunda Türkiye’ye gelmeye karar verdi.

Yeşildirek karakolunun hemen karşısında Demiray Han vardır. Benim orada 45 metrekare bir ofisim vardı. 25 metre karesi benim odamdı. Oraya iki masa koyduk. Geri kalan bölümde ise bir sekreter masası.. 1988 yılının şubat ayında, o odada Exim’i kurduk. Ben aynı zamanda iplik toptancılığı işine devam ediyorum.

Carl Caekeart aynı yılın nisan ayında Türkiye’ye gelmeye karar verdi.

Ve onun gelişi, doğrusu film gibi bir yenilikçi pazarlama öyküsü de yarattı. Sıfırdan kurulmuş, iki kişiden oluşan, büyük hedeflere sahip, asıl sermayesi yenilikçilik, girişimcilik olan bir şirketi, büyük bir gruba, hele yabancı bir şirkete olduğu gibi anlatmakla işi alma şansımız neredeyse sıfırdı.

Anlatacağım bu öyküyü, yıllar sonra kendisine işin gerçeği ile anlattık. Bize gerçeği o gün anladığını ve kendimize inancımızdan etkilenerek işi verdiğini söyledi. Artık ne kadarı doğru, bunu bilmiyoruz.

O gün olmasa bile, yakın gelecekte sahip olacağımıza inandığımız büyük şirketi, yönetmen, esas kahramanlar, yardımcı oyuncular, dekor ve kostümleriyle, dört dörtlük bir senaryo ile anlattık. Ve başardık!

Carl Caekeart’ı 45 metrekarelik alanda ağırlayamazdık. Yanımızdaki yer Gaziantepli bir işadamınındı. Ondan rica ettim; ‘Ahmet Ağabey, senin dükkânı bize 2 günlüğüne verir misin? Bir işimiz var’ dedim. ‘Ne işi’ dedi. Bir an düşündüm. Şirketi kurduktan sonra bile zor anlattığım işimi o an anlatamazdım. ‘Boşver sorma’ dedim. ‘Tamam al’ dedi.

Benim İngilizce ve Fransızcayı çok iyi bilen bir arkadaşım vardı. Onu sekreterim olarak gösterdim. İstanbul Sanayi Odası Protokol Müdürü olan bir arkadaşım daha vardı. Onu da ihracat müdürü yaptık. Mahmutpaşa’dan konfeksiyon ürünleri, Mısır Çarşısı’ndan kuru kayısı gibi bir şeyler aldık, onları ofise koyduk. Sözde bu ürünlerin ihracatını yapıyoruz. Bu arada bir arkadaşımın Jaguarı vardı. Ben de o zamanlar Renault 9 var. Ondan da rica ettim, arabasını verdi.

Alphan Carl Caekeart’ı havaalanından aldı. Ofise yaklaşırken araç telefonu ile yoldan aradı, herkes hazırlandı. Yan taraftaki gerçek sekreterime de ‘Geldikleri zaman buraya devamlı telefon edeceksin, ofis meşgul görünsün’ dedim. Hanın birçok yerini özel olarak temizlettim.

Yeni fincanlar alındı. Tabelamız asıldı. Sultanhamam’da bir de sırt hamalları vardı. Çok kalabalık oldukları için hanın içinde kötü bir görüntü oluşuyorlardı. Hayri Bey’e -hala da yanımda çalışır- ‘Aşağı in, hamallara Vali yardımcısının geldiğini söyle’ dedim. Bir baktım ki bütün hamallar ortadan kaybolmuş. Bu arada Hayri Bey asansörün başında duruyor. Gelen gidene ‘Asansör bozuk’ diyor. Amaç adamı biran önce ofise atmak! Carl geldi, onu ofiste ağırladık. Tekstil ürünleri ve kuru kayısı ihraç ettiğimizi anlattık. Türkiye’nin potansiyelinin büyüklüğü ve bu işi bizim kotarabileceğimizi anlatıyoruz. Görüşmeler bitti ama karar daha belli değil… Öğlen oldu. Programımız onu özel bir rehber eşliğinde Topkapı sarayını gezdirmek ve Konyalı Lokantası’nda yemek yemek. Ofisten çıktık. Jaguar kapının önünde! Ben direksiyona geçtim ve birlikte Topkapı Sarayı’nın yolunu tuttuk. Bu arada ben arabanın klimasını çalıştıramıyorum, yetmedi camları da açamıyorum. Fazla da kurcalamıyorum ki işkillenmesin. Kırmızı ışıklarda kapıyı açıp temiz hava alıyoruz.

Topkapı Sarayı ve Konyalı oldukça etkileyici geçti. Sonra yine kırmızı ışıklarda temiz hava tedariğini yaparak Carl’ı oteline bıraktık. Sıcaktan yolda uyumuştu bile.

Carl akşam kararını açıklayacak. Akşam onu Bebek’teki Süreyya Restorana davet ettik. En iyi masa, en iyi şarap, arkasından da distribütörlüğü verdiğini söylediğinde getirilmek üzere kutlama adına Dom Perignon şampanya şef garsona tembihlenmiş durumda. Sonuçta şampanya patlatıldı. İşi kotarmıştık. Distribütörlüğü aldık.

Arkasından Barkod yazıcı ve Barkod okuyucuların distribütörlüğünü almak gerekiyordu. Onları almak bizim için kolaydı. Çünkü Telxon’un temsilciliği alan, öteki şirketlerin distribütörlüğünü kolaylıkla alabiliyordu. Bu senaryolara ihtiyaç olmaksızın ikisini de yazışma ile aldık. Peki bu ürünler ve ürünlerle çalışan projeler için yepyeni bir pazarı nasıl yaratacaktık? Nasıl satacaktık? Asıl zor dönem şimdi başlıyordu.

O dönemde, Türkiye’de Unilever gibi çok uluslu şirketler, yurtdışında depo otomasyonu, mobil satış gibi konularda projelerinin bulunması nedeniyle, yaptığımız işe aşina idiler. Biz de bunu, distribütörlüğünü yaptığımız firmaların referanslarından öğrenmiştik. Dolayısıyla onlara bu tür projeleri satmak, ikna etmek daha kolay oluyordu.

Unilever Algida Türkiye’de dondurma üretmeye başlamıştı. Onlara “mobil satış, dağıtım otomasyonunu” yapmak için bir öneri götürdük ve projeyi satmayı başardık. İşte bizim ilk büyük projemiz buydu. Bu satış, Algida’nın dağıtım kanallarının büyümesine bağlı olarak büyüdü ve bize yatırımlarımızı yapmak, kadrolarımızı oluşturmak, gelişimimizi sağlamak için uzun bir süre fon sağladı.

Satışlar çok yüksek değildi ama ürünler çok pahalıydı. Örneğin bir seti 7000 dolar civarında bir fiyata satıyorduk. El terminalinin üzerindeki yazılım, back-office dediğimiz, depodaki ana programa bağlıydı. Bu sayede Algida dondurmalarının hangi kamyondan, nerede, ne kadar satıldığının, merkeze geri dönüldüğünde stokta ne kadar mal kaldığının, ne kadar para toplandığının vs. hesaplarını kolayca veriyordu. Üretimlerini de bu bilgiler sayesinde kolayca yönlendirip, hangi ürünlerini daha öncelikli üreteceklerine karar vermeye ve stoklarını daha iyi kontrol etmeye başladılar. Çok yararlı bir projeydi.

Bu işe toplam beş kişi başladık. Bir sekreter, bir yazılım mühendisi, bir muhasebeci, satışa da kendimiz çıkıyorduk. Böyle bir çekirdek ekiple işimize devam ediyorduk. Sonra kadro yavaş yavaş büyümeye başladı. 1993 yılına geldiğimizde 2 milyon 700 bin dolar civarında bir ciroya ulaşmıştık. Fakat yatırıma ve eleman alımına devam ettiğimiz için her şeyi ucu ucuna yetiştiriyorduk. Kısacası çok uzun bir süre tencerede pişirip kapağında yedik. 1993 yılında yaklaşık 40 kişiydik.

Ama hayatta işler her zaman yolunda gitmez!

HAYAT HER ZAMAN PLANLANDIĞI GİBİ GİTMEZ

Girişim öykümü anlatmaya başlarken hatalar üniversitesine kaydımı yaptırdığımdan bahsetmiştim.

Yenilikçi düşünce sistemine sahipseniz, hatalar üniversitesinde öğrenime de başlamışsınız demektir. Bu Üniversiteden size diploma vermezler. Mezunu da yoktur. Girişimci ve yenilikçi olduğunuz sürece bu üniversitede öğrenciliğiniz devam edecektir. Bunun adı tecrübedir ve tecrübenin sonu yoktur.

‘Bir musibet bin nasihatten iyidir’ derler. İstediğiniz kadar iyi eğitim alın, okuyun, hatalarınız olacaktır. Tecrübe dediğiniz engin bir denizdir ve denizle şaka olmaz!

Önemli olan hatalardan ders çıkarmak. Yaşamınızda mümkünse keşkeleriniz hiç olmasın. Hatalarımızdan ders çıkarıp aynı hatayı tekrarlamadan bugüne ve önümüze bakmalıyız. Geçmişimizle uğraşmamalıyız.

Türkiye’de 1994’de yaşanan ekonomik kriz, tüm iş dünyasını olduğu gibi bizi de kötü etkiledi. Ama doğrusu bizimki biraz ağır oldu. Ciromuz 1,5 milyon dolara düştü. Bütün projeler durduruldu. Yalnızca proje satan bir şirket için bu durumun sonuçları çok ağırdı!

Bankalara, vergi dairelerine, SSK’ya ve yurt içindeki firmalara 700.000 dolar civarında borçlandık. Bugün baktığınız zaman, elbette bizim çapımızdaki firmalar için büyük rakam değil. Ama borcun miktarı firmanın büyüklüğü ile bağlantılıdır. Yıl 1994, proje yok, para kazanılmıyor ve yıllık kredi faizleri yüzde 225.

Her şeyimiz hacizliydi. Öyle ki artık hacze verecek mal bulamıyorduk. Bir yandan da işler kötü gidiyordu. Maaşlar ödenemiyor, çalışanlarımızın bir bölümü ayrılmak istiyor. Bunlar elbette aynı zamanda çok acı şeylerdi… Çok büyük bir stresti. Bu stres benim sağlığımı bozdu. Ağır bir akciğer enfeksiyonu geçirdim, ölümden döndüm. Bir ay hastanede yattım.

Bu arada krizden önce, 1993 yılında, günlük para akışımıza yardımcı olması için bir fast food işine girmeye karar vermiştik. Nasıl olduysa, Sultanahmet Köftecisi ile tanıştık. Bakırköy, İstanbul Caddesi’nde güzel bir dükkân tuttuk. Dekorasyonunu yaptık, hatta birincisini açmadan ikinci şubeyi konuşmaya başladık. Elbette bu anlattıklarım, bugün geriye dönüp bakınca doğru adımlar değildi.

Siparişleri verdik, dükkânları açıyoruz. Ben hastaneden ateşler içinde çıktım. Dükkânı açtım, 39,5 derece ateşle hastaneye geri döndüm. Daha kötü oldum, kalkmamam gerekiyordu. Vücut çok dirençsiz, ciğerlerim su toplamaya başladığı için on adım bile atsam nefes nefese kalıyordum. Kısa bir süre sonra dükkanları devrettik. Ama dediğim gibi, hata yapmadan deneyiminiz olmuyor. Kim ki bu dünyada “Ben hiç hata yapmadan başarı elde ettim” diyorsa yalandır.

Ve her yeni girişim, her cesur girişim, yenilikçilik değildir.

Hastalığı atlattım ve işimin başına döndüm.

Küçüldük, iki ortak, çantaları alıp tekrar sahaya çıktık. Ama o günler inanılmaz zordu. Günümün yüzde 80’i günlük problemleri halletmekle geçiyordu. Hacizler geliyordu.

O şartlar içinde elbette yaşam standartlarım da dibe vurdu. Arabamı sattım. Ben üç yıl boyunca işten-eve, evden-işe ve dışarıdaki işlerime taksiyle gidip geldim. Ama bu arada krizden iki yıl sonra şirketin başına bir genel müdür getirdik, ona her türlü imkanı sağladık. Şirketin genel müdürünün arabası vardı, benim Yönetim Kurulu Başkanı olarak arabam yoktu. Buna özveri de diyebiliriz, kendine güven de, ne istediğini bilmek de. Ben patrondum. Para kazanıldığı zaman ben istediğim arabayı alırım ama Genel müdürümüz profesyonel olarak çalışıyordu. Bizi en iyi şekilde temsil etmesi gerekiyordu. Dolayısıyla ben tüm bu yaşadıklarıma “sebat” diyorum.

Burada şunun da altını çizmek istiyorum: Sorunlarla başa çıkabilmek için ipin ucunu hiçbir zaman bırakmayacaksınız. Bıraktığınız zaman devamı çorap söküğü gibi gelir. Elinizde hiçbir şey kalmaz. Direnmelisiniz. Şu da bir yoldur: İpin ucunu bırakıp hayata sıfırdan başlarım diyebilirsiniz. Ama bu kez de alnınızın akıyla o işten çıkmamış olursunuz. Onu da ben kendime yediremezdim. Bu düşünce ile tüm borçlarımızı, binbir güçlükle 4 yıl içinde uygun bir seviyeye indirerek krizden çıkmayı başardık.

Krizde iletişim çok önemlidir. Sessizlik ise en tehlikeli şeydir. Sürekli olarak sorununuz olan kurumlarla, kişilerle ve ekibinizin her üyesi ile irtibat halinde olmanız, onları motive etmeniz gerekir. Ama bir şey var; sizi kim motive edecek? Yalnız başınasınız. Eğer, “Bu işi yapacağım” diyorsanız, güçlü olacaksınız. Başka çareniz yok!

Peki ben kendimi nasıl motive ediyordum? Her zaman için küçük hedefleri büyük başarının bir parçası olarak gördüm. Vergi dairesinden hacze gelen insanları o gün geri gönderebilmek, gümrüğe gelmiş malı çekebilmek, müşteriye faturayı kesmek, tahsil etmek, ödeme yapmak… Bu adımların hepsi birer birer beni motive ediyordu. O günü sorunsuz atlattıysak veya bir sipariş aldıysak mutlu oluyordum.

1996’da 1993’ün cirosunu ancak yakalayabildik. Kriz bize üç yıl zaman kaybettirdi. 1996’da da borçlar vardı ancak makul seviyedeydi. Bu da yeni yatırım yapmamızı engelliyordu.

YENİLİKÇİ DÜŞÜNCE SİSTEMİ KRİZ DE ATLATTIRIR

Yenilikçi düşünce sistemi ile oluşturulmuş bir iş fikrinin, tek başına, başarı için yetmeyeceğini belirtmiştim.

Exim, yarattığımız sektör, aldığımız projeler. Bunların hepsi, bizi iyi bir noktaya getirmişti. Önemli bir başarıydı. Fakat tamamen projelere bağlanmıştık. Ve ekonomik kriz patladığında, ağır bir darbe yedik.

O halde yenilikçi düşünce sistemi ile kurduğunuz işi geliştirmeniz, zincire yeni halkalar eklemeniz, riski dağıtmanız ve bunu sürekli kılmanız gerekiyor.

Yenilikçi düşünce sisteminin dört önemli unsurunu saymıştım; Vizyon, eylem, değer yaratmak ve sürdürülebilirlik. Bizde dördüncü unsur eksik kalmıştı.

Yıl 1998.

Ve işte o an her şey yeniden başladı.

Exim’de sattığımız tüm donanım ürünlerinin bakım, onarım, kurulum desteğini veren teknik servis departmanı vardı. Teknik servis departmanının faaliyet alanını genişletip Teknoser’i kurduk. Teknoser bugün 400 kişilik bir ekiple faaliyetlerine devam ediyor.

Sultanahmet köftecisini açtığımız şirketi yani Planet Gıda’yı da, Planet ödeme sistemleri A.Ş. olarak değiştirip, ödeme sistemleri konusunda dünyanın en iyi firmalarından biri olan Ingenico’nun distribütörlüğünü aldık. Bu firma önceleri satış müdürlüğü seviyesinde Exim’in altında bir departman iken, ayrı bir yönetim yapısı altında faaliyet göstermesine karar verdik. Şu anda Planet Ödeme Sistemleri A.Ş 20 Milyon Euro üzerinde ciro üreten bir firma haline geldi.

1998 yılında, bu üç şirketimizi tek çatı altında birleştiren Teknoloji Holding’i kurduk.

(Teknoloji Holding, faaliyetlerini halen Hitay Yatırım Holding bünyesinde sürdürmektedir)

O dönemde POS pazarı küçüktü. Çok büyük satışlar yoktu ama yıldan yıla pazar hızla büyüyordu. Yenilikçi bir projemiz vardı. Mobil ödeme imkanı yaratan Mobitex modemleri POS’lara yerleştirerek satışını gerçekleştirdik. Böylece Türkiye’de Mobil POS’ları hayata geçirdik. Aslına bakarsanız Ingenico’nun bizimle çalışmaya karar vermesinde de en önemli etken bu yenilikçi proje olmuştu.

İlk satışımızı da Yapı Kredi Bankası’na yaptık. Daha sonra GSM/GPRS POS’lar çıktı. Fakat Mobil POS ile birlikte en büyük pazar olan ve kablolu telefon hatlarıyla çalışan POS işine de girmiştik.

Satışlar hızla arttı. Türkiye’nin büyük bankaları ile çalışmaya başlamıştık. Planet hızla büyüyordu. Doğal olarak, Teknoser de servis ve bakım anlaşmalarıyla hızla büyüdü.

Uzmanlığımız ile pazardaki boşluk birleşince başarı gelmişti. Pazardaki o boşluğu çok güzel doldurduk. O zamanlar bu hizmetleri yalnızca büyük şirketler veriyordu ve fiyatları yüksekti. Biz daha düşük fiyatla, aynı kalitede hizmet vermeye başlayınca, işler bize gelmeye başladı. Böylelikle ciddi bir pazar payı yakalamış olduk.

Zincirin halkalarını oluşturan şirketlerimizle, kaybettiğimiz dört yılın ardından atağa geçtik. 2001 yılında, krizden üç hafta önce, hiçbir yere borcumuz yoktu, üstelik işletme sermayemiz de vardı.

Yenilikçi ve girişimci yönümüzle, 2001 krizinden güçlenerek çıktık.

2001 krizi, beklenenin ötesinde derin bir krizdi. Bilişim sektörü yüzde 50 küçüldü. Döviz hızla yükseliyordu. Borcumuz yoktu. Burada uygulanacak iki yönetim stratejisi olabilir. Birincisi: Küçülür beklersiniz, piyasaları iyi izlersiniz, düzelme başladığında tekrar atağa geçersiniz. İkincisi ise, kriz=fırsat gözüyle bakarsınız. Genelde yapılanın aksine agresif bir satış politikası ile büyüme stratejisi izleyip atak yaparsınız. Burada risk şudur: Eğer kriz derinleşirse, elinizdekini de kaybeder ve bir daha toparlama şansını da kaçırabilirsiniz. Fakat eğer ekonomi, krizden çıkma eğilimine girerse bir yılda üç yıllık yol katedersiniz. Biz ikincisini seçtik. Sonuç: 2001 yılını yüzde 50 küçülen bir pazarda yüzde 8 büyüme, 2002 yılını ise yüzde 102 büyüme ile kapattık. Strateji tutmuştu. Üç şirketimizin rakipleri de oldukça kan kaybetmiş, biz ise küçülen pazarda hiçbir rakibimizin izlemediği stratejiyi izleyerek karlı bir şekilde büyümeyi başarmıştık.

YENİLİKÇİ DÜŞÜNCE SİSTEMİ ALIŞKANLIK YARATIR

Yenilikçi düşünce sisteminin bir yaşam biçimi olduğunu belirtmiştim. Bu öyle bir yaşam biçimi ki tüm hücrelerinize işler. Dünyayı bir “fırsatlar cenneti” olarak görmeye başlarsınız. Bulunduğunuz her nokta, sayısız fırsat görüp iş fikirleri geliştirmeniz için bir araçtır. Başka bir ifadeyle gün içinde vaktinizin önemli bir bölümünde “gelecekte yaşarsınız”. Gördüğünüz fırsatlar, girişimci ruhunuzla, heyecanınızla, azminizle, tecrübenizle birleştiğinde, hayal edemeyeceğiniz kadar kısa süre içinde büyük çaplı bir iş sahibi olabilirsiniz.

Bu fırsatlar, biraz önce saydığım altın kurallarla birleştiğinde başarıya ulaşıyor: Vizyon, eylem, değer yaratma ve süreklilik!

İşte bizim bir fikir üzerine inşaat ettiğimiz İddaa da böyle doğan, çok başarılı bir iş fikriydi.

Her şey Spor Toto için açılan ihale ile başladı. 17 milyon dolarlık cirosu ile potansiyel büyüklüğünün çok altında bir seyir izleyen Spor Toto’nun ihalesine girmeye karar verdik. Fakat bu ihaleye girmek için yeterli paramız yoktu. Daha önce ortaklık yaptığımız Çukurova Grubu’na, Turkcell ile ihaleye birlikte girme teklifini götürdük. Kabul ettiler.

Yanımıza bir de bu konuda dünyanın en hızlı büyüyen ve en başarılı şirketlerinden olan Yunanlı Intralot’u da aldık. Teknoloji Holding’in yüzde 20, Intralot’un yüzde 25 ve “yüzde 100 Turkcell katılımı” olan Turktel’in yüzde 55’lik ortaklığıyla 2002’de İnteltek kuruldu.

Bu arada merkezi Yunanistan’da bulunan Intralot; entegre oyun sistemleri, oyun dizaynı, geliştirmesi, operasyonu ve desteklemesi konularında uzman bir grup. Dünyanın çeşitli ülkelerinde operasyonları bulunuyor.

Inteltek, Spor Toto Teşkilat Müdürlüğü tarafından düzenlenen ihaleyi kazanarak 2002’de operasyona başladı (Müşterek Bahis Oyunlarının Çoklu Erişimli Elektronik Ortamlar Üzerinden Oynatılması ve Merkezi Sistem Kurdurulması ve İşletmeciliği konulu ihale).

Hikâyemiz de aslında burada yeniden başlıyor. Eğer klasik Spor-Toto oyunu ile kalsaydık, şu anda İnteltek vasat bir şirket olabilirdi. Ama Yunanlılar bize, klasik Spor-Toto oyunlarının dünyada uzun bir süredir düşüşte olduğunu, yeni trendin “İddaa” türü oyunlar olduğunu anlattılar. Kendilerinin İddaa oyununu Yunanistan’da oynattıklarını ve 1,5 milyar Euro ciro yaptıklarını söylediler.

Bu gerçekten göz kamaştırıcı bir rakamdı. Orada 1,5 milyar Euro ciro yapılıyorsa, Türkiye’de -gelir daha düşük ama nüfus fazla olduğundan- iki misline ulaşmak işten bile değildi. Bu bizim gözlerimizi kamaştırdı ve oyun Spor-Toto’ya teklif edildi.

Spor-Toto’nun yöneticileri bu oyunu ihalesiz verdikleri takdirde dava edilebileceklerini öne sürerek yeni bir ihale açılması gerektiğini söylediler. Nitekim yeni ihale açıldı. İhaleye fazla katılan olmadı. Teknik olarak Yunanlılar bu işi yaptığı ve know-how onlarda olduğu için büyük bir avantajımız vardı. Ve 2 Ekim 2003 tarihinde, ihaleyi kazandık.

İhaleyi aldıktan sonra Yunanlılara hemen terminal siparişleri verildi. Terminaller geldi, kurulmaya başlandı, merkez sistem kuruldu, bayilikler dağıtılmaya başlandı. İlk dönemde bayilik vermemiz çok zordu. Çünkü insanlar oyunun ne olduğunu, tutup tutmayacağını bilmiyordu. Ama bu dönem çok çabuk geçti.

İddaa oyunu, Nisan 2004’de “3 yıl içinde 1 milyar dolar ciro hedefi” ile yola çıktı. 2004 yılının sonuna gelindiğinde, Spor Toto Teşkilat Müdürlüğü İddaa sayesinde, bir önceki yıl 17 milyon dolar olan cirosunu, 167 milyon dolara, 2005 sonunda ise 987 milyon dolara çıkarmıştı. İddaa’nın bahis oyunları pazarındaki payı Nisan 2004’de yüzde 1’den, Aralık 2005’de yüzde 37’ye çıktı.

YENİLİKÇİ DÜŞÜNCE SİSTEMİNDE, İŞ İLE DUYGUSAL BAĞ KURULMAZ

2005 yılı, Teknoloji Holding’in tarihinde yeni bir dönüm noktasıdır. O yıl, ortağım ile 18 yıllık ortaklığımızı noktalamaya ve farklı kulvarlarda yolumuza devam etmeye karar vermiştik.

Ortaklığı sürdürmekte, ortaklığı bitirmekte bir sanattır. Aslında ortaklık bir taviz verme sanatıdır.

Özellikle grubun gelecekteki yeni yatırımları ilgili fikirlerimiz ve ilgi alanlarımız, oldukça farklılaşmıştı. Artık yenilikçi düşünce sistemlerimiz, birbiriyle farklı kulvarlardaydı. Farklı yatırım alanlarına odaklanmak istiyorduk.

Bu noktada, borçlarımızı kapatarak, müşterilerimizin, iş ortaklarımızın, kısacası tüm çevremizin algılarındaki güçlü konumumuzu koruyarak, yeni ve temiz birer başlangıç yapmak istedik.

Elinizdeki değeri 100 olarak varsayalım. Eğer bu değeri 50-50 paylaşmak istiyorsanız, nakit akışınızın güçlü, kullandığınız kredilerin ise yaptığınız işe oranla düşük olması gerekir. Aksi takdirde, ayrılık nedeniyle oluşacak türbülans nedeniyle, 100’ü 50-50 yerine 10-10 paylaşırsınız. Müşterilerinizi kaybedebilirsiniz, distribütörlüklerinizi kaybedebilirsiniz, yeni iş almada zorlanabilirsiniz.

Yenilikçi düşünce sisteminde, bana göre çok doğru olan bir başka altın kural var. Çok değerliyken, zirvedeyken sat! İş hayatında, geçmişin değerleri ve yönetim anlayışıyla her zaman başarılı olamazsınız. İşinizle duygusal bağ kurmanız, onu nesiller boyu devam eden bir aile şirketi haline getirmeniz, her modelde başarı getirmez. Hatta bazen satmak, işin daha fazla büyümesini sağlar.

Dolayısıyla, işinizle kurduğunuz duygusal bağ yenilikçi düşünce sisteminin özelliklerinden biri değildir.

2005 sonunda, İnteltek firmasındaki hisselerimizi satarak şirketten ayrıldık. Bu işlem, süreye bağlı yarattığı değer açısından Türkiye’de bugüne kadar yapılmış en önemli ve en değerli şirket satışıdır. Kazan-kazan felsefesiyle, tüm taraflar için büyük bir değer yaratan, büyük bir satış operasyonuna imza attık.

Bu satış öyküsü de yenilikçi düşünce sistemi ile, adım adım planlanmış, ince ince dokunmuş, stratejik bir başarı öyküsü oldu.

Her dönem yaşamımda yepyeni bir başlangıç oldu.

İşte o an her şey yeniden başladı.

YENİLİKÇİ DÜŞÜNCE SİSTEMİ, FARKLI FİKİRLERE DE AÇIKTIR

Duruma bir bakalım: Kredilerinizi kapatmışsınız, borcunuz yok ve paranız var. Ne yaparsınız?

‘Ben artık yoruldum’ diyerek, mevcut işlerinizin gelirleri ile çok fazla uzayıp kısalmadan yola devam edebilirsiniz.

Bu bir tercih meselesidir.

Fakat benim hayatımda, yenilikçi düşünce sistemimde, her zaman yatırım, değer ve istihdam yaratma vardır. Bunlar olmadan, üretmeden, değer yaratmadan, ülkene yarar sağlamadan yaşam o kadar da keyifli değildir.

Ne demiştim? Girişimciye rahat batar!

Başarıya ulaşan yenilikçi kararların dört önemli unsura bağlı olduğunu daha önce de belirtmiştim: Vizyon, eylem, değer yaratma ve sürdürebilirlik.

Bugün hayatıma dönüp baktığımda, her zaman bu felsefe ile yaşadığımı, bu felsefeyi çürüten onlarca hata da yaptığımı ve yerimde duramadığımı görüyorum. Böyle mutluyum. Yenilikçi düşünce sistemine sahip bir girişimci başka türlü yaşayamaz.

Daha fazla girişim, daha fazla yatırım ve istihdam demek. Her başarılı iş fikri, Türkiye’nin önünde yeni bir pencere açacaktır, buna inanıyorum. Dolayısıyla, bütün hayatımı da göz önüne aldığımda, Teknoloji Holding olarak da bu anlamda önemli bir misyonu hayata geçirdiğimizi düşünüyorum.

Bugün 48 yaşındayım ve heyecanım, arayışlarım hiç bitmedi.

Gelecekte de her şey yeniden başlayacak…

4

Turkishtime Röportajı (Temmuz 2010)

Dünya ekonomisinin giderek daha fazla entegre olduğu günümüzden 10 yıl sonraya baktığınızda, Türkiye ekonomisini ve sektörünüzün geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Son 20 yıl, Türkiye ve dünya için, çok hızlı gelişmelerin yaşandığı bir dönem oldu. Ekonominin ve toplumsal yaşamın tüm dengeleri değişti. O tarihten bu güne, Türkiye’ye baktığımızda, ekonomik istikrarı artan, büyüyen, gelişen, yatırım çeken, stratejik konumu çok daha net bir şekilde anlaşılan bir coğrafya haline geldi, refah arttı. Değişimi biz de hızlı yaşadık. Ama ilk kez, dünyanın geleceğinde önemli rol oynayacak ülkeler arasına girdik. Bu noktada, eğrisiyle doğrusuyla diplomatik ilişkilerimizi de iyi yönettiğimizi düşünüyorum, önemli taşlar yerine oturuyor. Bundan sonraki dönemdeki gelişmeler ise çok daha hızlı yaşanacaktır, yeter ki istikrar bozulmasın… Türkiye, sahip olduğu değerleri doğru okumaya, onları doğru konumlandırmaya, strateji geliştirmeye, daha büyük hedeflere yönelik planları hayata geçirmeye yönelik somut adımlar atmaya başlıyor.

Hitay Yatırım Holding olarak, biz, kurumsal girişim sermayesi alanında faaliyet gösteriyoruz. Fırsat ve gelecek gördüğümüz sektörlerde, iş alanlarında yatırım yapıyoruz. Konuya kendi alanımızdan bakınca, ben Türkiye’nin yatırımlar açısından artık çok daha büyük bir “fırsatlar ülkesi” olacağına inanıyorum. Birçok sektörde, mevcut işlerde ve yeni alanlarda, geleceği parlak girişim olanakları var. Devlet de yatırımı ve girişimciliği politik olarak destekliyor, önünü açacak adımlar atıyor. Özetle Türkiye’nin önü çok açık, yakında bunu daha iyi göreceğiz.

Daha yeşil bir ekonomi Türkiye’ye ne kazandırır? Bu konuda yapılması gerekenler
ve varsa sizin planlarınız nelerdir?
Son günlerde popülaritesi ve “farkındalık” oranı artan bir konu olan yeşil ekonomiyi, ben yalnızca Türkiye ile sınırlandırmak istemiyorum. Hepimiz dünyaya karşı sorumluyuz, şu an ise onu korumak adına yapılacaklar listesinde olması gereken noktadan çok gerideyiz. Bu noktada, toplumun bilincinin artması ise sevindirici bir durum… Çünkü tüketicinin, bireyin bilinç seviyesi yükseldikçe, dünyaya karşı sorumluluklarını yerine getiren kurum ve markalara karşı seçiciliği arttıkça, “yeşil ekonomi” de büyüyecektir. Ben, sosyal medyanın da radikal bir değişimi tetikleyeceğini düşünüyorum. Son dönemde yaşanan örneklerde bunu çok net bir şekilde gördük. Dev şirketler, dünyaya ve çevreye zarar verdiklerini gösteren tek bir fotoğraf karesinin sosyal medya ile bir anda milyonlarca insana ulaşması sonucu, birkaç dakika içinde milyonlarca dolarlık zarara uğruyor. Bu nedenle, herkes artık, çok daha dikkatli olacak.

Hitay Yatırım Holding’e gelecek olursak… Kurumsal girişim sermayesine odaklanmış bir grup olarak, bizim faaliyetlerimizde üretim vb. konular bulunmuyor. Ancak, tüketimde bilinçli davranıyoruz. Bunun yanında, dünyaya karşı sorumluluğumuz konusundaki özel çalışmalarımızda ise daha mütevazı bir duruş sergilemeyi tercih ediyoruz

Platin Dergisi Röportajı – Eylül 2009

Girişimciliği nasıl tanımlıyorsunuz?

Bence girişimcilik, öncelikle insanın içindeki özgürlük duygusu ile başlar… Girişimci için, altyapısı hazırlanmış, kuralları belirlenmiş, rotası çizilmiş, yolun en başında “zirvesi” bilinen, hiçbir zaman kendi isteklerinize göre adım atamayacağınız, planlı ve statik bir hayat, etrafı saran kalın duvarlar gibidir. Girişimci, öncelikle yönünü kendisinin belirleyeceği bir hayatı yaşamak ister. Ama çoğunlukla diğer hayatı da dener, sonraki adımları için deneyim kazanır ya da istediğinin ne olduğundan emin olur, ardından rotasını değiştirir. Ama tabii bu söylediklerim, özgürlüğüne düşkün olan her insanın başarılı bir girişimci olacağı anlamını da taşımıyor! “Başkasının yanında çalışmaktan, her gün işe gitmekten sıkıldım, kendi işimin sahibi olmak istiyorum” demekle girişimci olunmayacağı muhakkak… Dolayısıyla hayata karşı rehaveti girişimcilikle karıştırmamak gerek.
Bir girişimci, hayata karşı yüksek bir heyecana sahiptir, yeniliklerin peşindedir, yerinde duramaz. Çevresini, ülkesini, dünyayı, hayatı, tüketimi, demografik değişimi, piyasayı ve pazarı sürekli olarak merakla izler, bilgi toplar. Bunlar, çoğu zaman farkında olmadan gerçekleşir. Sürekli analiz eder. Aklı her zaman, fark edilmemiş ihtiyaçlar ve bunların nasıl işe dönüştürülebileceği üzerine çalışır. Ama burada bir parantez açalım. Girişimcinin hayatın gerçekten ne kadar içinde yaşadığı, hangi iş fikrinin, gerçekten ne kadar başarılı olacağı üzerine öngörü sahibi olması ve ayaklarının yere sağlam basması da en az bunlar kadar önemlidir. İş hayatı, heyecanı ve merakı olan, sürekli hayatla, pazar dinamikleri ile ya da toplumla örtüşmeyen iş fikirleri geliştirip başarısız olan girişimcilerle de doludur. Risk elbette alınır, ama bunun da akıllıca olması gerekir. Ben bu gruba girenleri “hayalperest/ şıpsevdi girişimciler” olarak tanımlıyorum. Onların kayıpları, heyecanları kadar büyüktür. Dolayısıyla girişimci, aynı zamanda iyi bir işadamıdır, iyi fikri bulur, doğru iş planını yapar, finansmanı, bütçesi vb. de gerçekçidir. Bunlar da fikirleri kadar değerlidir. Ya da bu konularda doğru ortağı bularak yol alma vizyonuna sahiptir.
Bu tür özelliklere sahip olan birçok insan, aynı zamanda duygusal ve romantik olabilir. Dolayısıyla kimileri bir ortakla çalışmayı ya da akıl hocasını yetersizlik gibi görebilir. Bu noktada, girişimcinin zekası kadar, “aklının” da çok önemli bir özellik olduğunun altını çizmek istiyorum. Aynı durumu, işine aşkla bağlı olan girişimcilerde de zaman zaman görürüm. İş büyür, belirli bir noktaya gelir, artık ortak olmak isteyen yatırımcı ya da işi satın almak isteyen yatırımcılar etrafınızda dolaşmaya başlar. Ama bu gruptakiler için işi o kadar değerlidir ki, karar veremez, düşünür, teklifleri yetersiz bulur, geri çevirir. Durumun farkına vardığında ise iş işten geçmiştir. Ben, girişimcinin işiyle duygusal bir bağ kurmaması gerektiğine de inanıyorum.
Diğer yandan, girişimcinin, günün her saatinde aklının bir köşesinde iş vardır. Motivasyonu yüksektir, çabuk pes etmez. Bunun yanında çok önemli bir özelliği daha vardır: İnsan ilişkileri! Bunları işe çevirmeyi başarır. Her zaman akıllı ve başarılı insanlara yönelir. Heyecanı ve azmiyle çevresinde güven yaratır. Kiminle, hangi işi yapabileceğini de bilir. İlişkilerini böyle yönetir. Aynı zamanda öğrenmeye karşı meraklıdır. Burada yalnızca akademik bir eğitimden ya da deneyim kazanmaktan da söz etmiyorum. Örneğin, insanlardan, çevresi ile yaptığı sohbetlerden, ilişkiye geçtiği her insandan bilgi toplamayı, yeni şeyler öğrenmeyi bilir. Girişimci çok çalışkandır, zor yorulur. Ama onun için, çalışkanlık, günün en önemli kısmını işin başında geçirmek demek de değildir. Daha önce de söylediğim gibi, girişimcinin, sürekli olarak, hayata karışması gerekir.
Ben, tüm bunlar bir araya geldiğinde, doğru girişimci tanımının oluştuğunu düşünüyorum. Bir tanesinin eksik olması bile, sonucu etkiler…

Sizce, Türkiye girişimcilik açısından nasıl bir konuma ve profile sahip? Türkiye’nin girişim karnesi hangi açılardan ileri ve geri konumda bulunuyor? Avantajlı-dezavantajlı yanlarımız neler?
Türkiye’de girişimcilerde cesaret, risk alma, pratik zeka, heyecan ve dinamizm fazlası ile var. Bunlar, dünya ortalamalarına baktığımızda çok önemli artı özelliklerdir. Gelişmiş ülkelerin birçoğunda oluşan kuralcı yapının verdiği alışkanlıklar, birçok girişimcinin hızını kesiyor… Ama dış dünyada, etrafımızda neler olup bittiğine karşı ilgili değiliz, trendleri doğru okumak konusunda zafiyetler var. İşte bu nedenle, Türkiye’ye baktığımda, trend olan bir girişimin, birden popüler hale geldiğini, hızla yayılıp, aynı hızla yok olduğunu görüyorum. Biri bir işte başarılı olduysa, herkes, hiçbir farklılık yaratmadan, aynı alana, aynı pazara, aynı modelle balıklama dalıyor. Örneğin bir alışveriş merkezinin giriş katında, yan yana dizilmiş “bardakta mısır” satıcılarını gördüğüm zaman, bunun hangi mantıkla yapıldığını, doğrusu çözemiyorum… O alışveriş merkezini günde kaç kişinin ziyaret ettiğini, ziyaretçilerin profilini, kaç tanesinin bardakta mısır yiyeceğini, ne kadar ciro yapacağınızı, bunun karşısında maliyetlerinizi hesapladınız mı? Birçok girişimci, sektörün dinamiklerini, rakiplerini bilmeden, hedef kitleyi, müşteriyi tanımadan, iş planını oluşturmadan, hızla iş kuruyor… Elbette hız güzeldir, ama bunun da akıllıca yapılması gerekiyor.
Öte yandan, Türkiye’de girişimcilerin seyahat karnelerinin de düşük olduğunu görüyorum. Bulundukları sektördeki gelişmeleri takip etmek için, daha fazla dışarıya çıkmaları gerekiyor. Farklı kültürlerle daha fazla temas etmeleri gerekiyor… Elbette bunlar, ekonomik koşullarla da yakından ilgili. Ama bunlar eskisi kadar zor değil… Üstelik internet çağındayız. Dünyada, kendi alanınızdaki tüm yenilikleri yalnızca bir bilgisayar ile izleyebiliyorsunuz…
Ne yazık ki bizde bir de kazanımlar yatırıma değil, kişisel servete dönüyor, bu da büyük bir kayıp… Biraz para kazanan hemen arabasını, evini değiştiriyor. Tabii ki bunlar da olacak ama öncelikle, iş geliştirilecek!

Türkiye’de girişimciliğin önündeki en önemli engeller neler? Ve bu engellerin nasıl aşılacağını öngörüyorsununuz?
Yapısal sorunlara bakacak olursak, Türkiye sermaye açısından zayıf bir ülke… Eğer bir girişim kararı verdiyseniz ve yola yetersiz bir sermaye ile çıkıyorsanız, işiniz gerçekten çok zor. Girişim sermayesi, risk sermayesi ve melek yatırımcı gibi oluşumlar ise şu an çok yetersiz. Yaşanan son krizden sonra, biraz da geri plana çekildiler… Yabancı yatırımcı ve sermaye derseniz, biz son dalgada küçük bir pay aldık ve bitti… Bu yapıların mevcuttaki yapısında ise, girişimciliği desteklemekten çok, işin çoğunluk hakkına sahibi olma, girişimcinin iş üzerindeki etkisini azaltma gibi eğilimler görüyorum…
Ben girişimlerin, özellikle kuruluş aşamasında, yüksek maliyetlerini azaltmak adına destek mekanizmalarının arttırılması gerektiğini düşünüyorum. Girişimci belirli bir süre, kritik bazı maliyetlerden muaf olmalı ya da özel indirimler almalı. Para kazanmaya başladığında, mutlaka ülkesine karşı sorumluluklarını fazlasıyla yerine getirecektir. Bunun koşulları ve sistemi de oluşturulabilir. Bir de girişimcilere tanınan birçok hakkın ve desteğin neden yeterince bilinmediğini de çözebilmiş değilim. İnsanlar merak edip araştırmıyor mu yoksa gereken farkındalık mı yaratılamıyor?
İş dünyasına baktığımda ise, yeni girişimlere karşı risk almaktan uzak duran yapılar dikkatimi çekiyor. Çoğunlukla alışılmış düzeni bozmak zor geliyor. Özellikle de girişimci, kurumsal pazarda, bilinmeyen bir alanda iş yapıyorsa, yeni bir kavramı, ürünü ya da hizmeti ortaya koyuyorsa, kapısını çaldığı gruplarda, alt ya da orta yöneticilerin ilgisini çekmekte fazlasıyla zorlanıyor… Gelişmiş ülkelerde yaratıcılığa, genç girişimcilere, onların geliştirdiği yeni iş modellerine, ürün ve hizmetlere karşı her zaman daha fazla açıklık görüyorum. Bence iş dünyasının, bu yönde bir misyonu olmalı. Tepe yönetimin, bunlardan her zaman haberdar olmasını bekleyemeyiz. Ama orta ve alt grupların, değişime ve yeniliğe daha fazla açık olması gerekiyor diye düşünüyorum…
Son olarak, iş dünyasının, girişimcilerle deneyimlerini paylaşabileceği platformların sayısını da yetersiz buluyorum. Girişimciler için, deneyimleri dinlemek çok önemli… Zaman zaman, eğitim şirketlerinin düzenlediği konferanslar oluyor. Ama bunların fiyatlandırmalarına baktığımızda, kaç girişimci gelip izleyebilir, bundan da emin değilim… Çoğunda da konuşmacılar doğru seçilmediği ya da yönlendirilmediği için, kimin, neyi, neden anlattığı bile anlaşılmıyor. Bence işadamları ve profesyoneller, deneyimlerini kitap yazarak anlatmalı… Bizde bu yöndeki çalışmalar çok az… Girişimciler de bunları mutlaka takip etmeli.

Dünyadaki girişimcilik potansiyeli ile Türkiye’deki potansiyeli kıyaslayabilir misiniz? Dünyada hangi konularda önemli adımlar atılıyor? Türk girişimciler kendilerini hangi konularda geliştirmeli?
Bu sorunuzun yanıtlarını, yukarıda birçok noktada verdiğim için, tekrar etmeye gerek görmüyorum. Ancak, dünyaya baktığımızda, özellikle gelişmiş ülkelerde girişimciliğin, yaratıcılığın ve yenilikçiliğin çok daha fazla desteklendiğini, sermayenin ve diğer olanakların çok daha geniş olduğunu görüyoruz. Yapısal olarak baktığınızda, şu an Türkiye ile dünya arasındaki en büyük fark, bence budur.

Türkiye’de daha çok hangi konularda ve sektörlerde girişimciliğe yönelik adımlar atıldığını düşünüyorsunuz? Türkiye’de özellikle hangi konularda girişim atağına ihtiyaç duyulduğunu gözlemliyorsunuz?
Türkiye’de, dünyadaki trendler gereği, son yıllarda teknoloji ve internet alanında girişimlerde patlama oldu. Ben bunu, çoğununun iş modelini doğru bulmasam da çok heyecan verici buluyorum. Dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de rüzgara kapılıp deneme yapanların birçoğu hayal kırıklığı yaşadı. Bazıları, kuralları henüz oluşan yeni sektörlerde iş yapmanın zorluklarını yaşadı. Bazıları ise yukarıda sıraladığım girişimci tanımındaki eksik parçalar nedeniyle sonuca ulaşamadı… Ama bunun karşısında, bazıları ise gerçekten çok önemli başarılara imza atıp, büyüdü. Onları da takdir ederek izliyorum. Neticede hepsi girişimcilik deneyimleridir ve gelişme de böyle sağlanır.
Yine dünyadan gelen rüzgar doğrultusunda perakende, eğlence, hızlı tüketim gibi alanlarda, çok genç girişimciler iş dünyasına girdi. Bunların çoğu da başarılı oldu. Şu anda Türkiye’de özellikle sosyal hayatta büyük bir dönüşüm yaşanıyor, kültürel doku değişiyor. Özellikle yurtdışında deneyimi olan, vizyon sahibi genç girişimcilerin yaptıkları birçok girişimin, yurtdışındaki benzerlerini aratmayacak ölçüde başarılı olması çok güzel…
Bununla birlikte, Türkiye’de girişimcilerin, yeni gelişen iş sahalarını, sektörleri çok iyi izlemesi gerekiyor. Buralarda, özellikle niş olarak tanımlanabilecek, henüz bilinmeyen, pazarda fark edilmeyen çok sayıda iş var. Teknolojide fırsatlar her zaman devam ediyor. Ama bunun yanında yenilenebilir enerji, sağlık, telekomünikasyon, perakende, hızlı tüketim gibi alanlarda oluşan yeni işler var. Öte yandan, Türkiye’nin tüketici profili değişiyor, bunu iyi gözlemlemek gerek. Aslına bakacak olursanız, sektör sektör ayrıştırmaktan ziyade, tüketicinin, müşterinin henüz tanımlanmamış çok sayıda ihtiyacı, talebi olduğunu, girişimler için fırsatların her dönemde çok olduğunu ifade etmemiz sanırım daha doğru bir yanıt olacak.

Exim Pazar Açtı

Yıl 1988. Türkiye’de “teknoloji” kelimesinin o dönemdeki karşılığına “inovasyon” demek yanlış olmaz… PC’nin bile henüz telaffuz edildiği bir dönemde, Otomatik Tanımlama ve Veri Toplama (OT/VT) sektörü dünyada henüz keşfedilirken, Exim, barkod uygulamasının Türkiye’deki ilk uygulamasını gerçekleştirdi ve yeni bir pazar açtı. Barkod yazıcı ve okuyucular, Türkiye’ye ilk kez, Exim ile geldi, yeni bir sektör doğdu.
İDDAA İLE YENİ BİR DÖNEM BAŞLADI
Müşterek bahis oyunlarında, Türkiye’de yıllar boyunca yalnızca Spor Toto vardı… Teknoloji Holding, bu alanda yeni bir sayfa açarak, “İddaa” fikrini geliştirdi. Yunanistan merkezli Intralot ve “yüzde 100 Turkcell” iştiraki olan Turktell ile kurulan ortaklıkla Inteltek kuruldu. Inteltek, Spor Toto Teşkilat Müdürlüğü tarafından düzenlenen “Müşterek Bahis Oyunlarının Çoklu Elektronik Ortamlar Üzerinden Oynatılması ve Merkezi Sistem Kurdurulması ve İşletmeciliği” konulu ihaleyi kazanarak, faaliyete geçti. Bugün, dev bir sektör yaratan İddaa, Türkiye’de en çok oynanan müşterek bahis oyunu…