Size de olur mu bilmiyorum; her yurtdışı seyahatimden dönüşte, özellikle de Boğaz Köprüsü’nü geçerken bu ülkenin ne kadar güzel olduğunu, beni ne kadar iyi hissettirdiğini düşünürüm. Seyahat ettiğim yer ne kadar etkileyici olursa olsun, döndüğüm yerin İstanbul olması daima yüzüme bir tebessüm kondurur. Belki de burada doğduğum ve büyüdüğüm için, bu şehrin sihri bambaşkadır benim için.
Bir şehir düşünün ki hem denizi, hem ormanı, hem iki kıtayı birleştiren eşsiz bir konumu, hem de kadim bir tarihi olsun. Şimdi aynı şehrin içine 15 milyon insan yerleştirin. Büyü bir anda nasıl da bozuldu değil mi? Ne yazık ki büyüyü bozan; İstanbul’u belki de dünyanın en güzel şehri olmaktan alıkoyan unsurların başında çözülmesi çok zor olan bir sorun geliyor: Çarpık kentleşme.
1980’lerden başlayarak hızla koca bir şantiyeye dönen yeni bölgeler, şehrin haddinden fazla genişlemesine neden oldu. Hiçbir mimari estetik kaygı gözetilmeksizin birbiri ardına inşa edilen yüzbinlerce konut, İstanbul’un zarafetini yerle bir etmeye yetti. Estetik kaygılar bir yana dursun, mühendisliğin temel güvenlik kurallarını hiçe sayan binlerce konut ise, deprem kuşağında bulunan ülkemizde maalesef zarafetten çok daha fazlasını yerle bir etti.
Bugün her ne kadar güvenlik adına dikkate değer bir yol alınmış olsa da, mimari estetiğin ve aynı bölgede bulunan binalar arasında korunması gereken uyumun halen önemsenmediğini görmek üzücü. En lüks semtlerde bile birbirleriyle hiçbir bütünlük teşkil etmeyen; renkleri, kat sayıları ve tasarımları birbirine taban tabana zıt binaların yan yana sıralandığını görüyoruz. Bir sokaktaki binalar birbirleriyle uyum içinde olmadıkları gibi, çoğu zaman kendi içlerinde bile uyum içinde değiller.
Örneğin 10 katlı bir binada ilk 2 katın balkonu yok, üzerindeki 6 kat balkonunu farklı renkte camlarla kapatmış, en üst 2 kat devasa balkonlarla binanın dışına taşmış. Her yerden sarkan uydu antenleri ve klima dış üniteleri de cabası. Mimari açıdan bu ürünlerin gizleneceği şık ve işlevsel bir tasarıma neden gidilmez, buna bir çözüm üretilmez anlayamıyorum. Kentsel dönüşümle yenilenen binalarda bile bu tarz manzaralarla karşılaşmak, insanın “yeni” kavramını da sorgulamasına yol açıyor. Yeni olan her şeyin iyi olmadığını; yeninin de ancak belirli bir nizam içinde uygulamaya konulduğunda şehrin mimarisine değer katabildiğini şimdi daha iyi anlıyoruz.
Geçtiğimiz yıllarda kaybettiğimiz Irak asıllı dünyaca ünlü mimar Zaha Hadid’in eserlerine her zaman hayranlık duymuşumdur. Gönül isterdi ki Hadid’in benzersiz ve rafine bir zevkinin bir yansıması olan görkemli tasarımlarından biri de İstanbul’da olsun; belki bir müze, belki bir otel. Maalesef bu artık mümkün değil. Ancak her ne kadar güzel bir İstanbul siluetine kavuşmak bizim neslimiz için uzak bir hayal olsa da, geleceğin yeni nesil mimar ve mühendislerinin arasından bu kötü gidişatı tersine çevirecek vizyonerlikte girişimcilerin çıkacağından ümitliyim. Umuyorum ki inanılmaz bir adaptasyon gücüne sahip yeni kuşaklarımız, Türkiye’de mimari bir devrim başlatacak gücü de kendilerinde bulabilirler.