Yenilikçi düşünce yapısına sahipseniz, hangi yaşta ve koşulda olursanız olun, “Neden olmasın?” diyerek her şeye yeniden başlarsınız. Tüm hücrelerinizde, yüreğinizde hisseder, uyurken bile bunu planlarsınız. Elbette zaman zaman kaybetmeyi, hatalarla birlikte yaşamayı, onlarla büyümeyi de öğrenmelisiniz! Bu nedenle, hayatımda yenilikçiliğin, aldığım yenilikçi kararların önemini anlatan en güzel cümlelerden biri budur: “İşte o an her şey yeniden başladı.”
Çoğu zaman, yavaşlamak bilmeyen ülke ve dünya gündemindeki ana akım konulardan başımızı kaldırıp, radarımızın dışında kalan bölgelerde yaşanan gelişmelerle ilgilenmeyi ihmal ediyoruz. Bu nedenle özünde gayet büyük önem teşkil eden konular gözümüzden kaçabiliyor; benzer şekilde basında ve sosyal medyada da hak ettiği yansımayı bulamıyor. Örneğin, bağımsız yedi Türk devleti arasında yer alan Özbekistan ve Kazakistan’ın 2023 yılında tamamen Latin alfabesi kullanımına geçeceğini biliyor muydunuz? Bu haber birçokları gibi sizin de gözünüzden kaçtıysa, konunun neden irdelenmeye değer olduğuna dair birkaç fikrimi paylaşmak isterim.
Kazakistan bağımsızlığını kazandığı 1991 yılından bu yana Kiril alfabesini kullanıyor. Özbekistan ise 1993 yılında Latin alfabesine geçilmesine ilişkin yasayı kabul etmiş olmasına rağmen bugüne dek resmi yazışmalar ve devlet dairelerinde Kiril alfabesi kullanımına devam etmiş, yani Latin alfabesi yeterince yaygınlaşamamış.
Burada soydaşımız olan insanlardan oluşan 50 milyonu aşkın bir nüfustan bahsediyoruz. Dolayısıyla bu konunun Türkiye açısından da son derece önemli olduğu şüphesiz. Her ikisi de 1991 yılında bağımsızlığını kazanan Kazakistan ve Özbekistan, dünyada ilk olarak Türkiye tarafından bağımsız birer devlet olarak kabul edildiler. O günden bugüne dek gerek siyasi gerekse ticari anlamda daima iyi ilişkiler içinde olduk. Gelecekte de söz konusu ilişkilerin güçlenerek devam etmesi için Latin alfabesinin büyük bir fırsat kapısını aralayabileceğini göz ardı etmemek gerekir. Bu noktada Türkiye Dış İşleri Bakanlığı ve Türk Dil Kurumu (TDK) gibi resmi mercilerin devreye girerek, Kazakistan ve Özbekistan’da Latin alfabesinin Türkiye’de kullanılan karakterlerle kullanılması yönünde harekete geçmeleri son derece yerinde bir hareket olacaktır. Türk devletlerini kapsayan coğrafyada yaşayan halkların birbirini daha kolay anlayabileceği ve bunun doğal bir sonucu olarak daha iyi iletişim kurabileceği bir gelecek yaratmak elimizde.
Kazakistan ve Özbekistan’ın Latin alfabesinin Türkiye’de kullanılan versiyonunu kullanmaya başlaması halinde, özellikle gençlerimizin bu ülkelerle kültürel bağının güçlenmesine katkı sağlanacak; eğitim ve turizm gibi alanlarda trafik yoğunlaşacaktır. Bunun yanı sıra; Kazak, Özbek ve Türk yatırımcıların da bu alfabe ortaklığını yeni girişimler için büyük bir kolaylık olarak değerlendireceği şüphesiz. Bölgedeki en güçlü Türk devleti olarak, geç kalınmadan devlet yetkilileri nezdinde harekete geçilmesi ve bu konuda kamuoyu oluşturulması gerektiğine inanıyorum.
Azerbaycan’ın da Latin alfabesine geçişi yıllar önce oldu. Şu anda bizim alfabemizde kullanılmayan bazı harf ve işaretleri de kullanıyorlar. Yine de, ortak dilimiz nedeniyle onları kolayca anlayabiliyoruz.
Azerbaycan ile ilişkilerimiz Dağlık Karabağ’ın kurtuluşu ile daha da arttı. Onlara Azeri değil Azerbaycan Türk’ü demeyi öğrendik, birbirimize hemen nasıl kanımızın kaynadığını gördük.
Azerbaycan’da, Kazakistan’da, Özbekistan’da konuşulan dillerin Azerice, Kazakça, Özbekçe değil Türkçe olduğunu sadece lehçe farklılıkları olduğunu, o ülkelere giden vatandaşlarımızın 2-3 ay içinde oradaki Türklerle çok rahat anlaşabildiğini anladık.
TDK ve Dışişleri Bakanlığımız kanalıyla Azerbaycan’daki alfabede de bazı değişimleri önerebiliriz. Eğer dil yapımız için gerekiyorsa alfabemize biz de bir iki harf katabiliriz.
Türk dünyasının dilbilimcilerinden oluşan bir heyet bu işin üstesinden gelir.
Biz Türkler 1071 yılında Malazgirt savaşı ile Anadolu’ya girdiğimizi kabul ediyoruz. 50 sene sonraki 2071 hedeflerimizden biri de tüm Türklerin aynı alfabe, aynı harf ve karakterleri kullandığı bir Türk dünyası olmalıdır.
Kolekta’dan sevgili Burcu Dimili ile koleksiyonerlikten, Hitay Vakfı’na kadar uzanan bir perspektifte keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
——————————————————————————————–
Emin Hitay: “Sanata karşı oluşan keyif ve ilgim zamanla bir tutkuya dönüştü”
Hitay Holding Yönetim Kurulu Başkanı Emin Hitay, sanata karşı oluşan keyif ve ilgisinin zamanla bir tutkuya dönüştüğünü söylüyor. Hitay ile koleksiyonuna kattığı ilk eserden seçkisinin ana dinamiklerine, genç koleksiyonerlere tavsiyelerinden takip ettiği mecralara ve Hitay Vakfı’na uzanan bir sohbet gerçekleştirdik.
Röportaj: Burcu Dimili
Koleksiyonerlik serüveniniz ne zaman ve nasıl başladı?
İlk eserimi 1986 yılında aldım. Başlarken koleksiyonerlik gibi bir amacım yoktu, zamanla gelişti. Sanatı takip etmek ve sanatı hayatıma dahil etmekten büyük bir keyif aldığımı fark ettim. Sanata karşı oluşan keyif ve ilgim zamanla bir tutkuya dönüştü.
İlk aldığınız eser hangisiydi? Eserde sizi yakalayan şey neydi?
AKM’de 1986’da bir sergi yapılmıştı. Oradan Bedri Baykam’ın iki eserini almıştım, o döneme göre oldukça çağdaştı ve beni gerçekten heyecanlandırıp etkilemişti. Sanatçı tuval üzerinde daha deneysel bir yaklaşım ile malzemeyi oldukça farklı kullanmıştı. Klasiğin ötesine geçmesi, çağdaş bir yorum sunması ve dönemine göre radikalliği çok önemli olmuştu benim için.
“Çağdaş sanatı kendime daha yakın buluyorum ve bu anlayışla oluşturulmuş eserleri koleksiyonuma dahil ediyorum”
Koleksiyonerliğinizin arkasındaki ana motivasyon nedir? Koleksiyonunuzu oluştururken ve eser alırken nelere dikkat ediyorsunuz?
Koleksiyonumu oluştururken taşıdığım ana motivasyon eserin bende olumlu bir his uyandırması. Eserle karşılaştığımda heyecanlanmak, etkilenmek, çarpılmak… Belli bir kavramsal çerçeve, bir izlek takip etmiyorum. Çağdaş sanatı kendime daha yakın buluyorum ve bu anlayışla oluşturulmuş eserleri koleksiyonuma dahil ediyorum.
Koleksiyonunuzda kaç eser yer alıyor? Seçkinizde hangi isimler var? Eserlerin dağılımı evin bölümlerine göre nasıl konumlanıyor?
Sayıdan ziyade belki de farklı dengelere bakmak lazım. Bugünün sanat dünyası içinde sayı bana kalırsa herhangi bir anlam ifade etmiyor. Koleksiyonda yer alan eserlerin niteliği ve içeriği bana daha önemli geliyor. Mümkün olduğunca da koleksiyonumu farklı sanatçıların eserleri ile zenginleştiriyorum. Evin farklı bölümlerinde birçok eser yer alıyor. Evin kullanım alanlarına göre eserleri yerleştirdim. Bazı eserlerin yerleşiminde sanatçısından destek alıyorum. Fikir alışverişi yapıp birlikte karar veriyoruz. Bir sanatçının ismini versem diğerinin hatırı kalır, her bir sanatçı ve üretimi kendi içinde eşit şekilde önemli…
Koleksiyonunuzu özetlemeniz gerekse nasıl anlatırdınız? Topladığınız belirli bir sanat türü var mı?
Uluslararası ölçekte sanat eseri alımı yapıyorum. Bu açıdan hem Türkiye’den hem de yurt dışından sanatçılar koleksiyonumda yer alıyor. Türkiye’nin geçmişinden bugüne, modern döneminden ve elbette günümüzün çağdaş sanatçılarından koleksiyonumu oluşturuyorum. Farklı medyumlarda birçok eser koleksiyonumda yer alıyor, spesifik olarak odaklandığım bir tür yok.
“Koleksiyona yeni bir eser geldiğinde onu izlemek benim için önemli oluyor”
Evinizde sergilediğiniz eserlerin yerini sık sık değiştiriyor musunuz? Aldığınız eserlerle ne kadar süre birlikte yaşıyorsunuz ve ne sıklıkla ev-depo ya da odalar arası yerini değiştiriyorsunuz?
Koleksiyona yeni bir eser geldiğinde onu izlemek benim için önemli oluyor. Bu açıdan eserle birlikte yaşamak güzel bir cümle. Severek, ilgi duyarak koleksiyona eklediğim bir eserle yaşamak, onu sıklıkla görebilmek fikrinden dolayı evde ya da ofisimde yer alan eserleri zaman zaman değiştiriyorum.
“Koleksiyoner zaman içinde gördükçe, araştırdıkça, okudukça, sanatla ilişkisini derinleştirdikçe kendisini ve tarzını da oturtmaya başlıyor”
Koleksiyonunuzu oluştururken profesyonel destek alıyor musunuz? Ya da yakın çevrenizde görüşlerine saygı duyduğunuz, fikrini aldığınız birileri var mı?
1986’lı yıllarda koleksiyona başlarken, profesyonel bir adım ile başlamadım. Kendi ilgime yönelerek, sanatçının üretimine göre beni etkileyen eserleri aldım.
Başlangıçta kişinin kendi ilgisini keşfetmesi, estetik, sanatsal ve kavramsal bağlamını oturtabilmesi için herhangi bir danışmanla çalışmaması gerektiğine inanıyorum. Koleksiyoner zaman içinde gördükçe, araştırdıkça, okudukça, sanatla ilişkisini derinleştirdikçe kendisini ve tarzını da oturtmaya başlıyor.
Ancak koleksiyon sizin bakış açınızla belli bir noktaya geldikten sonra artık daha titiz ilerlemek gerekiyor diye düşünüyorum. Konuya böyle yaklaştığım için de bir süredir sanat danışmanım var. Koleksiyon büyürken koleksiyona dair yeni yaklaşımlar, koleksiyon yönetimi, yeni sanatçı ve eser keşifleri, sanat dünyasındaki güncel durumlar, koleksiyonun dokümantasyon ve arşivi gibi konular açısından sanat danışmanı olarak Melike Bayık ile çalışıyorum. Kendisiyle çalışmamız sadece bu konu özelinde de değil aslında, Hitay Vakfı olarak kurduğumuz bir oluşum içinde de sanat danışmanlığı görevi var. Oldukça çoğulcu bir yapıda, koleksiyon ve sanat ortamı için birlikte çalışıyoruz diyebilirim.
Satın aldığınız sanat eserlerini nereden buluyorsunuz ve hangi eserleri alacağınıza nasıl karar veriyorsunuz?
Galeriler, fuarlar, sanatçı atölyeleri, bienaller ve günümüzde sosyal medya bu açıdan oldukça önemli. Tüm bunlarla birlikte koleksiyonumun farklı boyutları içindeki uyumu yanında sanatçının üretimsel yaklaşımı ve esere dair kavramsal fikri beni etkiler, eser genellikle bu duruma göre koleksiyonumda yer alır.
“Bir koleksiyonerin hâlâ eserle ve sanatçı ile buluşmasını, keşfetmesini koleksiyon açısından önemli buluyorum”
Dijitalleşme koleksiyonerlik anlayışınızı değiştirdi mi? Bir eseri online mecrada görüp alım yapıyor musunuz?
Bir miktar değiştirdiğini söylemek mümkün. Dijital platformlarda keşifler, eser izlemeleri yapıyorum, çok nadiren alım da yapıyorum ancak bir koleksiyonerin hâlâ eserle ve sanatçı ile buluşmasını, keşfetmesini koleksiyon açısından önemli buluyorum.
Eserin ardındaki sanatçıyla tanışmak sizin için ne kadar önemli?
Sanatçı eserin fikrini, oluşturan ve onu hayata geçiren kişi olarak, sizi dolaylı olarak ikna eden kişidir de aslında. O yüzden sanatçı ile görüşmek ve eseriyle birlikte onun sanatsal ve estetik pratiklerine aşina olmak oldukça önemli. Bir sanatçının üretim sürecine tanıklık etmek, sohbet etmek, paylaşımda bulunmak benim için gerçekten kıymetli.
“İlk sanat eseri aldığınız gün ile şu an arasında çok fark var oluyor”
Koleksiyonerliğe başladığınızdan beri zevkleriniz nasıl değişti? Sanat bilginiz nasıl gelişti ve güçlendi? Ayrıca o dönemden şimdiye sanat dünyasında nelerin değiştiğini düşünüyorsunuz?
İlk sanat eseri aldığınız gün ile şu an arasında çok fark var oluyor tabii. Dünya, yönetimler, teknoloji, ekonomi, toplumlar ve tüm bunlarla birlikte sanat da kendi içinde ilk sözünü ettiğim kavramlar karşısında değişiyor. Sanat değiştikçe, siz daha da içinde yer aldıkça, sanatçıları, eserleri, tüm bu değişimleri alenen yaşayan, dolaylı olarak etkisi içinde kalan kişi oluyorsunuz. Sonucunda gün be gün hepimizin ilerlediğini düşünürsek; sanat bilgisi, sanatçı ve eserlerin tarihsel süreçteki yerleri açısından olumlu yönde değişiyoruz. Neredeyse 40 yıldır alım yapıyorum, Türkiye özelinde çok şey değişti. Özellikle üretimsel ve uluslararası ölçekte baktığımızda 80’lerin sonunda İstanbul Bienali, 90’larla başlayan sanat ortamındaki ivme içinde birçok galerinin açılışı, 2000’lerde Pera Müzesi, İstanbul Modern ve Baksı Müzesi’nin kuruluşu, ardından aynı yıllarda sanat piyasası açısından bir belkemiği sayılan Contemporary İstanbul’un kuruluşu… Tüm bunlar somut verilerle, sanat dünyasında hepimizin bildiği şeylerin değişimini tarihsel ölçekte bize sunuyor.
Okuyuculara Kolekta üzerinden yakın takibe alınacak sanatçılar önermenizi istesek hangi isimleri söylersiniz?
Önerebileceğim çok isim var ancak kişisel estetik ve zevk, bilgi ve ilgiye göre kişilerin kendisine göre takip etmesi önemli. Bu nedenle isim vermemek en doğrusu olur.
Henüz hiç eser almamış birine ya da genç koleksiyonerlere tavsiyeleriniz ne olurdu?
Her şeyden önce eğer sanata dair hiç bilgileri yoksa çok araştırmak, takip etmek, okumak, izlemek ve görmek… Kişinin ilk etapta kendi tarzını, ilgisini oturtabilmek için çok görmesi ve araştırması gerekiyor. Zaman içinde sanat eserine, estetik kaygılara ve kavramsal çerçeveye göre almaya başlayabilirler. Bu açıdan önce kendilerini dinlemeleri, neyi sevdiklerini, neye karşı ilgilerinin olduğunu keşfetmeleri gerekiyor. Hemen değil belki ama biraz izleyip inceledikten, kendi ilgilerine göre tarzlarını yavaş yavaş şekillendirmeye başladıktan sonra almalarını öneririm.
Aynı zamanda Endonezya’nın Antalya Fahri Konsolosu’ydunuz. Bu konudaki konumunuz kapsamında tutkunuz olan sanat paralelinde çalışmalarınız oldu mu?
Bu görevi 2018 yılına kadar sürdürdüm. Hem Endonezya’da yürüttüğümüz profesyonel işler hem de Fahri Konsolosluk görevim süresi boyunca Endonezya sanatını yakından tanıma şansım oldu. Koleksiyonumda bugün hatırı sayılır ölçekte Endonezyalı sanatçının eserleri mevcut.
Ayrıca yakın zamanlı başka projeleriniz varsa sizden dinlemek isteriz.
Geçtiğimiz yıl, bir süredir üzerinde çalıştığımız Hitay Vakfı’nı hayata geçirdik. Hitay Vakfı, uzun yıllardır Holding bünyesinde Anadolu’nun çeşitli yerlerindeki birçok sanat öğrencisini destekleyen yaklaşımımızı daha da ileri bir adıma götürmek, kurumsal bir çatı kazandırmak üzere kuruldu. Vakfın kuruluş amacında, öğrencileri desteklemenin yanı sıra, sanatçılara katkı sunmak, sanat üretimine katkı sağlamak gibi amaçlar da var. Bu noktada yapılacak olan tüm projelerde sanatçıları, sanat ortamını destekleyecek çok katmanlı bir yapı düşünüyoruz. Vakıf tamamen sanat adına oluşturulmuş, kendi kimlik inşasını bunun üzerine kurmuş bir yapı. Bu açıdan önümüzdeki zamanlarda çeşitli projelerle sanat ortamına katkı sunmaya başlayacak.
Bir hayaliniz var, bir fırsat buldunuz ve yeni bir iş kurmak istiyorsunuz. Başarılı olmak; yeni ufuklara yelken açarak işinizi büyütmek; kalıcı olmak istiyorsunuz. Bütün bunlar tabii ki mümkün; ancak tek bir şartla: Tüm başarıların yanında başarısızlığı da göze alarak!
Kusursuz bir senaryoda sağlam bir iş modeli tasarlamış olmanız, yeterli sermayeye sahip olmanız, çok çalışmanız ve güvendiğiniz çalışma arkadaşlarınızı yanınıza almış olmanız başarıya giden yolda yeterli gibi gözükebilir. Ancak gerçek hayatta bu kadar pürüzsüz senaryolarla nadiren karşılaşırız. İş hayatı beklenmedik ve keskin virajlarla dolu bir yol gibidir. Ne zaman gaza basacağınızı, ne zaman yoldan sıkılsanız da yavaş gitmeye devam etmeniz gerektiğini önceden kestirmek hayatınızı kurtarır. Varmayı planladığınız nihai hedefe sağ salim ulaşmanızı sağlar. Bu noktada en kıymetli rehberiniz deneyimleriniz olacaktır. Söz konusu deneyimleri kazanmak için, kendi işinizi kurmadan önce, patronu olmadığınız bir organizasyon yapısı içinde iyice pişmiş olmak size büyük avantaj sağlar. “Çıraklığını yapmadığın işin ustalığına soyunma” derler. İstisnalar olsa da bu sözün birçok sektör için geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla çıraklıktan, ellerinizi kirletmekten korkmamak en doğrusudur.
İdeal senaryoya dönecek olursak… O sağlam gözüken iş modelinin sağlıklı bir şekilde yürümediğini; isabetsiz yatırımlar sonucunda sermayenizin günden güne eridiğini veya çok güvendiğiniz iş arkadaşınızın aradığınız insan olmadığını idrak ettiğiniz an, kurduğunuz tüm sistemin başınıza yıkıldığını, hatta yıkılırken sizi de beraberinde götürdüğünü hissedersiniz. İşte o an, önünüzde iki yol belirmiştir; ancak bu yolları net bir şekilde göremeyecek kadar motivasyonunuzu kaybetmiş olabilirsiniz. Birinci ve kolay olan yol, yıkıldığınız yerde, harabelerin arasında çöküp kalmak ve vazgeçmektir. İkinci ve mutlaka daha zor olan yol ise, bu yıkımı başarılı olma yolunda atılmış büyük bir adım; ödenmesi gereken bir bedel olarak kabul etmek ve küllerinizden yeniden doğmaktır. Sonuçta, “Her girişimci başarısızlığı tadacaktır.” Pes etmeden yola devam etmek, yolculuğun esas bölümüdür.
Start-up aşamasındaki işletmeler, kurucularının hayallerine duydukları inançla, çalışkanlıklarıyla ve direnme güçleriyle ayakta kalır. İlk günden büyük oyuncuların arasına girmeye çalışmaktansa, hayallerinizi derecelendirin. Risk almaktan, rekabet etmekten korkmayın tabi. Ancak bunun yanında, hayatınızda hiç basketbol oynamadıysanız oyunu çabuk kazanmak için 3’lük atmayı da denemeyin. Önce top sürmeyi öğrenin. Hem sağ, hem sol elinizi kullanın. Sonra turnike çalışmaya başlayın. Ardından 2’lik atışlarda uzmanlaşın. “Artık her sahada oynarım” dediğiniz gün, 3’lükleriniz de potayı daha kolay bulacaktır.
Doğduğumuz günden beri, hayatın her alanında başarının sırrı aynı değil mi? Formül çok basit, çok net. Herkes düşer. Marifet, ayağa kalkmakta.
Size de olur mu bilmiyorum; her yurtdışı seyahatimden dönüşte, özellikle de Boğaz Köprüsü’nü geçerken bu ülkenin ne kadar güzel olduğunu, beni ne kadar iyi hissettirdiğini düşünürüm. Seyahat ettiğim yer ne kadar etkileyici olursa olsun, döndüğüm yerin İstanbul olması daima yüzüme bir tebessüm kondurur. Belki de burada doğduğum ve büyüdüğüm için, bu şehrin sihri bambaşkadır benim için.
Bir şehir düşünün ki hem denizi, hem ormanı, hem iki kıtayı birleştiren eşsiz bir konumu, hem de kadim bir tarihi olsun. Şimdi aynı şehrin içine 15 milyon insan yerleştirin. Büyü bir anda nasıl da bozuldu değil mi? Ne yazık ki büyüyü bozan; İstanbul’u belki de dünyanın en güzel şehri olmaktan alıkoyan unsurların başında çözülmesi çok zor olan bir sorun geliyor: Çarpık kentleşme.
1980’lerden başlayarak hızla koca bir şantiyeye dönen yeni bölgeler, şehrin haddinden fazla genişlemesine neden oldu. Hiçbir mimari estetik kaygı gözetilmeksizin birbiri ardına inşa edilen yüzbinlerce konut, İstanbul’un zarafetini yerle bir etmeye yetti. Estetik kaygılar bir yana dursun, mühendisliğin temel güvenlik kurallarını hiçe sayan binlerce konut ise, deprem kuşağında bulunan ülkemizde maalesef zarafetten çok daha fazlasını yerle bir etti.
Bugün her ne kadar güvenlik adına dikkate değer bir yol alınmış olsa da, mimari estetiğin ve aynı bölgede bulunan binalar arasında korunması gereken uyumun halen önemsenmediğini görmek üzücü. En lüks semtlerde bile birbirleriyle hiçbir bütünlük teşkil etmeyen; renkleri, kat sayıları ve tasarımları birbirine taban tabana zıt binaların yan yana sıralandığını görüyoruz. Bir sokaktaki binalar birbirleriyle uyum içinde olmadıkları gibi, çoğu zaman kendi içlerinde bile uyum içinde değiller.
Örneğin 10 katlı bir binada ilk 2 katın balkonu yok, üzerindeki 6 kat balkonunu farklı renkte camlarla kapatmış, en üst 2 kat devasa balkonlarla binanın dışına taşmış. Her yerden sarkan uydu antenleri ve klima dış üniteleri de cabası. Mimari açıdan bu ürünlerin gizleneceği şık ve işlevsel bir tasarıma neden gidilmez, buna bir çözüm üretilmez anlayamıyorum. Kentsel dönüşümle yenilenen binalarda bile bu tarz manzaralarla karşılaşmak, insanın “yeni” kavramını da sorgulamasına yol açıyor. Yeni olan her şeyin iyi olmadığını; yeninin de ancak belirli bir nizam içinde uygulamaya konulduğunda şehrin mimarisine değer katabildiğini şimdi daha iyi anlıyoruz.
Geçtiğimiz yıllarda kaybettiğimiz Irak asıllı dünyaca ünlü mimar Zaha Hadid’in eserlerine her zaman hayranlık duymuşumdur. Gönül isterdi ki Hadid’in benzersiz ve rafine bir zevkinin bir yansıması olan görkemli tasarımlarından biri de İstanbul’da olsun; belki bir müze, belki bir otel. Maalesef bu artık mümkün değil. Ancak her ne kadar güzel bir İstanbul siluetine kavuşmak bizim neslimiz için uzak bir hayal olsa da, geleceğin yeni nesil mimar ve mühendislerinin arasından bu kötü gidişatı tersine çevirecek vizyonerlikte girişimcilerin çıkacağından ümitliyim. Umuyorum ki inanılmaz bir adaptasyon gücüne sahip yeni kuşaklarımız, Türkiye’de mimari bir devrim başlatacak gücü de kendilerinde bulabilirler.
İstanbul’a bahar geldi… Ufaktan ılık rüzgarlar esmeye başladı, parklarda bahçelerde envai çeşit bitki renkten renge büründü, erguvanlar çiçek açtı. Üzerimize ince bir ceket alıp sahilde bir boy yürümelik, hayallere dalıp tatil planları yapmalık, Bodrum’a kaçmalık havaların tam ortasındayız. Gelin görün ki hepimiz evdeyiz. Gerçekten de benzerini daha önce hiç yaşamadığımız tuhaf zamanlardan geçiyoruz…
İstanbul, baharı müjdeleyen tüm bu güzellikleri boydan boya kuşanmış, ancak asla kavuşamadığımız bir sevgili gibi uzaktan göz kırpıyor bize. Sahil yerinde ama inemiyoruz; parklar orada ama gezemiyoruz, restoranlar, mağazalar duruyor ama gidemiyoruz. Peki öyleyse ne yapıyoruz? Belki de hayatımızda hiç geçirmediğimiz kadar kendimizle vakit geçiriyoruz. Başka bir deyişle, sahip olduğumuz en değerli iki şeye, kendimize ve zamanımıza, hak ettiği özeni nihayet gösteriyoruz.
Gündelik hayatımızın koşturmacasında, stresli iş ortamında oradan oraya savrulurken kendimize ne kadar borçlandığımızı bugünlerde çok daha iyi anladık gibime geliyor. Durup derin bir nefes almak, ayağımızı uzatıp hiçbir şey yapmadan dalıp gitmek, gözümüzü kapatıp vücudumuzu ufak bir şekerlemeye teslim etmek, birçoğumuzun belki de hayatı boyunca nadiren tecrübe ettiği deneyimlerden. Neden? Çünkü daima çok acelemiz var; hep yapılması gereken bir işimiz, pişmesi gereken bir yemeğimiz, ya da belki ilgilenilmesi gereken bir yakınımız var.
Peki okumayı yıllardır ertelediğimiz bir kitap, hep öğrenmeyi düşlediğimiz o ikinci dil, ya da bir türlü denk getirip izleyemediğimiz o klasik film için aynı telaşa düşüyor muyuz? Hayır. Belki de burada hata yapıyoruz. Az önce bahsettiğim “kişinin kendisine olan borçları” böyle böyle birikiyor işte; ruhumuzu besleyen şeyleri lüks kategorisine sokarak, ikinci plana atarak, öteleyerek…
Gün bu hatalardan dönme günü olsun. Çıkmaz ayın son çarşambasına ertelediğimiz işlerimizi, herkeslerden sakladığımız tuhaf hobilerimizi, yıllardır düzenlemeye üşendiğimiz eski fotoğraflarımızı dökelim bakalım ortaya, biraz yaratıcı olalım. Bugünlerde ancak camdan izleyebildiğimiz baharı evlerimizin içine de davet edin.
Hazır dip köşe bir temizliğe girişmişken, ruhlarımızın da tozu alınmadık yerini bırakmayalım, ne dersiniz? Güzel olmaz mı?
Son günlerin en popüler gündem konularından biri kuşkusuz kripto paralar… Çok karlı bir yatırım aracı olarak lanse edilen kripto paralar – özellikle de Bitcoin- dünya gündemine hızlıca bir giriş yaptı, zamanla kendi gündemini de oluşturmaya başladı. Kripto paralar ve blockchain teknolojisi yeni teknolojileri okumayı ve öngörü geliştirmeyi seven yatırımcıların yeni yatırım araçlarından biri oldu. Bazı şirketler maaşları Bitcoin’le ödeyeceğini açıkladı, Kodak gibi köklü bir yapı KodakCoin adında kendi kripto parasını ürettiğini duyurdu.
Konu, tutarlı ve kârlı bir yatırım modeli olarak kripto parayı konumlandırmaksa, ben bu konuda çekinceleri olanlardan biriyim. Geçtiğimiz aylarda yaşanılan gelişmeleri hatırlarsak kripto para piyasasındaki aşırı dalgalanmalar, yatırımcıların bu yeni yatırım aracına güvenlerini sarstı. Bitcoin, yaklaşık yüzde 40 değer kaybetti. Ayrıca Bitcoin’le ilgili dolandırıcılık haberleri de kripto paraların prestijini etkiledi.
Elbette teknoloji hayatımızın her alanını nasıl dönüştürüyorsa, alışveriş araçlarımızı da dönüştürecek; buna itirazım yok. Klasik anlamda “para”nın yerini alacağı düşünülen yeni nesil bir finansal aracın, iktisadi tutarlılığını tam olarak bulmadan; yani rüştünü ispat etmeden “çok karlı bir yatırım aracı” olarak sunulması bana bir fıkrayı hatırlattı…
Bir köyde maymunlar yaşıyormuş. Bir gün maymunları satın almak için bir tüccar gelmiş ve maymun başına 100 dolar vereceğini duyurmuş. Köylüler, adamın deli olduğunu düşünmüşler. “Kim başı boş bir maymuna 100 dolar verir ki” demişler ve maymunları yakalayıp tüccara tanesi 100 dolardan satmaya başlamışlar. Haber kısa zamanda hızla yayılmış ve insanlar maymunları yakalayıp tüccara satmaya devam etmiş. Bir süre sonra tüccar maymun başına 200 dolar vereceğini duyurmuş. Tembel köylüler de kalan maymunları yakalamak için harekete geçmiş ve yakaladıkları maymunları tanesi 200 dolardan satmışlar. Sonra tüccar, maymun başına 500 dolar vereceğini duyurmuş. Köylüler uyumadan maymun yakalamaya başlamış. Kalan birkaç maymun da yakalanmış ve 500 dolardan satılmış. Köylüler, heyecanla bir sonraki duyuruyu beklemeye başlamış. Sonra tüccar, bir haftalığına evine gideceğini ancak dönünce maymun başına 1000 dolar vereceğini açıklamış. Tüccar, bir personelinden maymunlara bakmasını isteyerek köyden ayrılmış. Tüccarın adamı, maymunlarla tek başına ilgilenmeye başlamış. Tüccar eve gitmiş. Köylüler, 1000 dolara satacakları yeni maymunlara bulamadıkları için üzülmüş. Sonra, tüccarın adamı bir maymunu 700 dolardan gizlice satmış. Bu yeni haber de hızlıca yayılmış. Sonuçta tüccar maymunun tanesini 1000 dolardan aldığı için, maymun başına 300 dolar karda olacağını düşünen köylüler sonraki gün maymun kafesinin yanında kuyruk olmuş. Zengin bir adam maymunların çoğunu satın almış, fakir olanlar da tefecilerden borç alarak maymunları satın almışlar. Köylülerse, kendi maymunlarına gözleri gibi bakmış ve tüccarın dönmesini beklemeye başlamış. Ama kimse gelmemiş! Köylüler de tüccarın adamının yanına gitmiş ama o da çoktan gitmiş. Sonra, köylüler hiçbir işe yaramayan ve geri satamayacakları maymunlara 700 dolar ödediklerini fark etmişler.
Bitcoin rüzgarı bir süre daha esmeye devam edecek gibi görünüyor.
Dünyada bir günde yaklaşık 2,5 milyar fincan kahve tüketiliyor. Bu, dünyada her 3 kişiden birinin günde bir fincan kahve içmesi demek… Benim tercihim, muazzam içim keyfiyle Türk kahvesi. Günde mutlaka 2-3 fincan Türk kahvesi içmek vazgeçilmezlerimden. Çayı da seviyorum, özellikle Early Grey. Early Grey’de de özellikle sevdiğim bir marka var, damak tadıma uyduğu için mutlaka o markayı tercih ediyorum. Ancak –şimdilik- Türk kahvesinde özel bir tür tercih etme gibi bir olanağımız yok bildiğiniz gibi.
Türkiye’de Türk kahvesi “çeşidi” denilince; sade, şekerli ve orta gibi şeker seçenekleri geliyor akla… Oysa, Türk kahvesi aslında bir kahve pişirme biçiminin adı. İstediğiniz bir kahve çekirdeğini öğütüp, Türk kahvesi olarak içebilirsiniz. Batı Sumatra kahvesi, Java kahvesi, Brezilya kahvesi, Colombia kahvesi, Kenya kahvesi, Etiyopya kahvesi gibi… Neden Türk kahvesi için dünyanın çeşitli bölgelerinde üretilen, lezzeti birbirinden farklı bu kaliteli kahve türleri arasında seçim yapmayalım ki? Türk kahvesi yapmak için öğütülen kahvelerin en ucuz, düşük kaliteli kahve çekirdeklerinden seçildiği bir piyasada, daha kaliteli kahveler içmeye, kendi damak tadımıza uygun seçeneği tercih etmeye hakkımız var diye düşünüyorum. Oluşturulan değişik seçenekler Türk Kahvesi ve Kültürü Araştırma Derneği öncülüğünde Türk kahvesi sevenlere tattırılabilir.
Türk kahvesi, ülkemizin en önemli kültürel miraslarından biri. En iyi şekilde gelecek nesillere aktarılmayı; kaliteyle, farklı damak zevkleri için seçenekli olarak, modern çağın gereklerine uygun biçimde sunulmayı hak etmiyor mu?
28 Temmuz Cuma günü deneyimli gazeteci Ali Çağatay’ın sunduğu Bloomberg HT Ana Haber’e konuk oldum. Çağatay’la faizler, illegal bahisin engellenmesi, Varlık Fonu ve Milli Piyango ihalesi üzerine konuştuk.
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi ve Hitay Holding iş birliği ile bu yıl 5’incisi hayata geçirilen yarışma sonucunda, 4 sanat öğrencisi Venedik Bienali’ni gezme olanağı buldu.
Son günlerde basında yer alan haberlerden “booking.com” konusunda hepimizin haberi olmuştur. TÜRSAB’ın açtığı dava sonucu booking.com mahkeme kararıyla kapatıldı, ortalık karıştı.
Yine bildiğiniz gibi Uber uygulamasını yükleyip Türkiye’de de araba çağırabiliyorsunuz. Ancak bu da yasalarımıza uygun değil diye arabaları durdurulup ceza kesilebiliyor veya arabalara el konabiliyor.
Yaklaşık 70 milyar dolarlık piyasa değeriyle dünyanın en büyük taşımacılık şirketlerinden birine dönüşen Uber, son zamanların en başarılı yatırımlarından biri. Bir girişimci olarak Uber’in ülkemizde yasadışı taşımacılık suçlamasıyla yaşadığı sıkıntılara iki taraflı olarak bakmak gerektiğini düşünüyorum.
New York’a gittiğimde; araba seçeneklerinden, kolaylığından ve arabada bir şey düşürme ihtimalinde sürücüsünü hemen bulabildiğimden dolayı her zaman Uber’i tercih ediyorum. Bu sefer gittiğimde, arabadan inerken şoförün kendi ekranının fotoğrafını çektim.
Fotoğraftan da anlaşılacağı gibi… Bu Uber yolculuğum toplam 12.58 $ tutmuş. Bunun 3.15 $’ını Uber, toplam tutarın yüzde 6,75’i olan 0.85 $’ı New York eyaleti satış vergisi olarak, 0.24 $’ı da yine Uber şirketi Black Car fonu olarak alıyor. Geriye kalan ve ekranın en üstünde bulunan 8.34 $’ı da sürücüye kalan para. Yani ödediğim paranın sadece %66.3’ü sürücüye kalıyor. Bu ekranda görünen taraf. Gelin şimdi bu işlemin vergi boyutuna bakalım.
Üç vergilendirme birlikte işliyor: Birincisi ekranda gördüğünüz satış vergisi. Bunu New York eyaleti alıyor. Amerika’da her eyalet devlet mantığı ile yönetildiğinden New York eyaleti bu vergiyi alıyor. Diğer eyaletlerde bu vergi daha az veya daha fazla olabiliyor. Aslında bu vergiyi New York eyaletinde her yerde ödüyorsunuz. Restoranlarda, alışverişte her yerde bu vergi var. İkinci vergi ise Uber’in gelirlerinden ödediği kurumlar vergisi. Üçüncüsü de Uber sürücüsünün gelirleri üzerinden verdiği gelir vergisi. Burada, yasaya aykırı bir durum, vergi kaçırma da söz konusu olamaz, çünkü her şey kayıt altında ve elektronik yürüyor.
Gelelim Türkiye’ye… Uber Türkiye’de ne kadar vergi veriyor? Sıfır…
Uber, yurtdışında kurulduğu için kazançlarının vergilerini kurumlar vergisi olarak o ülkede ödüyorlar. Buna hem Avrupa Birliği, hem Türkiye hem de diğer ülkeler aslında karşı. Bu durum Google, Facebook gibi şirketlerde de sıkıntılı başladı, ancak Türkiye ofislerini açarak, ülkemizden elde ettikleri kazançların vergilerini yine ülkemizde vermeye başladılar ve sorun çözüldü.
Hazır konu açılmışken; yakın zamanda booking.com’un yaşadığı Türkiye hizmetlerinin durdurulması uygulamasını da farklı işletmek gerekirdi diye düşünüyorum. Erişimi hemen durdurmak yerine; ülkemiz sınırlarında şirketleşmeye gidilmesi yönünde uyarı yapılsa, belli bir süre içerisinde şirketleşmeye gidilmezse o zaman erişiminin engelleneceği bildirilseydi daha yumuşak bir geçiş yapılabilirdi diye düşünüyorum.
Uber’in veya diğer .com şirketlerinin kuruldukları ülkelerde kuruşuna kadar vergi verirken, ülkemizde sıfır vergi ile çalışıp para kazanmalarının ve bu paraları ülkelerine aktarmalarının ne kadar hakkaniyetli olduğu yorumunu sizlere bırakıyorum…